tag:blogger.com,1999:blog-64148559515644710132024-03-22T11:43:57.372+03:00popülist kültürPopülist Kültür Derneğifazıl başhttp://www.blogger.com/profile/04359994979261707276noreply@blogger.comBlogger252125tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-52985889108004578932019-02-25T17:07:00.000+03:002019-02-25T17:07:27.009+03:00Kültür politikalarının durumu<br /><iframe allow="accelerometer; autoplay; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/tzQxZeYNku8" width="560"></iframe>fazıl başhttp://www.blogger.com/profile/04359994979261707276noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-7625951722967675242018-11-14T14:07:00.000+03:002018-11-14T14:12:20.145+03:00 Hakan Arslanbenzer'le söyleşi: Kültürel İktidar Solda mı? | Yörünge Dergisi<div class="MsoNormal">
</div>
<div class="MsoNormal">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEja8lEYbr5r4PsJQSm6VfE5XxJe9W_ETIePcglctLQDwrY9NgnM1lvReZ5nTpM26rCNere6whJCKJsVo1IGKcneEqIYBVRTXQ0KAKC9I6ZKBgtrpTyUQL9_TjlM-VCoGny_2ytJFRDhT3UW/s1600/kulturel-iktidar.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="405" data-original-width="720" height="180" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEja8lEYbr5r4PsJQSm6VfE5XxJe9W_ETIePcglctLQDwrY9NgnM1lvReZ5nTpM26rCNere6whJCKJsVo1IGKcneEqIYBVRTXQ0KAKC9I6ZKBgtrpTyUQL9_TjlM-VCoGny_2ytJFRDhT3UW/s320/kulturel-iktidar.jpg" width="320" /></a></div>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><b>Kültürel iktidar tartışmaları üzerine bir söyleşi
gerçekleştireceğiz ama mevzuya kültür kelimesiyle giriş yapalım isterseniz?
Kültürel iktidar kavramı etrafında dönen tartışmalar kadar kültür tartışmaları
da hala önemli. Sizce kültür nedir, kültür denildiğinde ne anlamalıyız?</b><o:p></o:p></span></div>
<div>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Kültür tartışmaları konusunda Türkçemizde var olan bir
deyimle giriş yapalım: Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Yoğurt bir ürün
ama onu yapma ve yeme biçimi ayrı. Deyimdeki bir teşbih tabii ki. Ama yoğurdun
yapımı ile ilgili bir usul var.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Kültür kısaca bir şeyi yapma yoludur ve bu standart
değildir. Yani belli bir insan grubuna özgüdür. Bir şeyi yapmanın usulü, belli
bir gruba özgü olduğunda biz buna özetle kültür deriz. Bunun tabii endüstriyel
tarafı da olabilir. Bugün endüstriyel kültürler de var. Diyelim ki işte android
telefonlar çıktı, android telefonların üretilmesi ile ilgili bir davranış
tarzı, bir kalıp varsa bu da bir kültürdür. Ama kültür dediğimizde biz daha
ziyade mana içeren, insanın ne olduğuna ve ne yapmak istediğine dair bir öz
barındıran ortak davranış tarzlarını kast ediyoruz.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Bundan dolayı da bir tartışma var. Yani her yiğidin bir
yoğurt yiyişi olduğu gibi, bizim köyün bulgurunun üstüne bulgur yok diye de
başka bir deyim var. Burada da benzer bir durum var. Şimdi herkes kendi
kültürünü öne çıkarır. Aslında kendilik biraz tuhaf bir durumdur. Çünkü kültür değişken
bir şeydir. Transferlerle, kültürel değişimlerle hatta bozulmalarla, tıpkı
sütün bozulup yoğurt olması gibi sürekli bir değişim söz konusudur. Bunların
her biri farklı bir kültürün izi, işareti oluyor. Sonra bu bir birikim, bir
rezerv oluşturuyor. Spontanlıkla insanlar bir anda bir şeyler yaparlar. Ama
sonradan biz bunları birbirine bağladığımız zaman, tıpkı bir kilimi örmek, bir
halıyı dokumak gibi belli bir havzada bir coğrafi kesit içerisinde belli bir
insan grubu tarafından geliştirilmiş bir davranış kalıbı oluşuyor. Bir de buna
mana yükleniyor. İşte bu esasen kültürdür.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Tabii modern döneme gelince, modern dönemde insanlar kendi
yaşadıkları muhitlerde birbirlerinden eskisi kadar kopuk olmadıkları için
kültür ortamlarında geçişkenlik yaşanıyor. Bir yerde yuvalanan, mayalanan ve
zaman içerisinde kendini geliştirip kırdan kente veya kentler arasında ortak
bir kültür havzası meydana getirip, tamamen farklı bir renk oluşturan, dünyadan
kopuk ve özerk bir kültür havzası kavramı kırılıyor. 19. yüzyılda batıda
Nietzsche mesela “Bizim kültürümüz yok.” der Avrupalılar için. Biz dünyanın
kültürünü sömüren, tüketen bir kültür sonrasıyız der ve kültüre dönüşü savunur.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Kültür işte bu şekilde hayatın içinde devam eden usuller,
tarzlar anlamındadır. Hani renkler ve zevkler tartışılmaz meselesi gibi çok da
kavgaya neden olmayacakmış gibi görünen ama aslında insanların üzerinde çok
ciddi bir şekilde mücadele ettiği bir şeydir kültür.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<a href="http://www.yorungedergi.com/2018/04/kulturel-iktidar-solda-mi/"><span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Devamı
için basınız</span></a><o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
fazıl başhttp://www.blogger.com/profile/04359994979261707276noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-29655462264864230252017-04-14T11:55:00.000+03:002017-05-31T11:55:33.671+03:00Popülist Kültür Derneği 3. Olağan Genel KuruluDeğerli Üyelerimiz,<br />
<br />
Popülist Kültür Derneği'nin 3. Olağan Genel Kurulu 20 Mayıs 2017 günü saat 10:00'da dernek genel merkezinde yapılacaktır.<br />
<br />
Toplantı sayısı bulunamaması halinde ertelenen genel kurul 27 Mayıs 2017 günü saat 10:00'da yine dernek genel merkezinde gerçekleştirilecektir.<br />
<br />
Saygılarımızla<br />
Popülist Kültür Derneği<br />
<br />
<br />fazıl başhttp://www.blogger.com/profile/04359994979261707276noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-30839458623285406592011-02-28T19:04:00.008+02:002011-03-21T18:51:45.168+02:00Bu şiiri kaç senesinde yazdım?<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>Bin dokuz yüz doksan dokuz -Marmara depremi- geldi aklıma. Bir de İsmet Özel’in şiir okuyuşu. Suratına vuruyor sanki, azarlıyor: Binn! Dokuz yüz altmış yedi! Evet, İsyan. Bir şiiri kaç senesinde yazdığını insan kendisine sormalı. Göründüğü kadar basit bir soru değil çünkü. Tanpınar’ı düşünelim ya da Necip Fazıl’ı. Mesela Takvimdeki Deniz şiirinin kaç senesinde yazıldığının bir önemi var mı? Bilsek ne olur, bilmesek ne olur. Bu konu şiirin siyasetiyle alakalı. Ya da şöyle, bir şiirin siyasi olup olmamasıyla. Yine başka bir örnek, Haydi Abbas vakit tamam şeklinde başlayan şiiri Tarancı’nın kaç senesinde yazdığını lutfedip merak etmiyorsak, bunun sebebi klişedir, retoriktir, soyuttur. Ne derseniz deyin.<br />
<br />
<a name='more'></a></div><div style="text-align: justify;">İlk önce şunu bilelim: Somut, klişeyi bozar. Hüseyin Cöntürk’ü okurken anlamıştım ilk, adamın kitabının başlığı Çağının Eleştirisi. Mekân olarak da zaman olarak da buradasın işte. İkisini birbirinden ayırmak imkânsız. Ayırınca zaten mekânı, eşyayı, sokağı, insanı soyut algılıyorsun. Bursa’da Zaman şiirine gıcık oluyorum mesela. Böyle birşey. Hiçbir şey yok. Bursa’da Zaman şiiri falanca sene yazılmış desek şiir bize kendini daha çok mu açacak. O dönemin siyasi fotoğrafını çıkarıp önümüze koysak şiirin derinliklerine mi ineceğiz. Hayır. Bunun için birazcık duygulanmak yeterli. Birazcık.</div><div style="text-align: justify;">Çağının şairi olmak çağının siyasetini gütmekle mümkün. Çağının siyaseti biraz kaypak karanlık bir ifade oldu. Aslında ezilenler ve ezenler her çağda var. Dün de vardı yarın da olacak. Ezilenlerin görüntüsü her zaman aynıyken ezenler devamlı kılık değiştiriyor ama. Bu da popülist şiirin imkanlarını düşünmeye zorluyor bizi. Çok Üşümek popülist bir şiir mesela. Ama aynı anlayış bakış görüş dairesinde bir şiir yazsak popülist bir şiir yazmış olur muyuz? Olmayız herhalde. Çağının siyasetini gütmek böyle bir şey. Bir zamanlar Halkın Dostları olunuyordu. Şimdiki mesele ise halk olmak. Dost kazığı diye de bir şey var çünkü.</div><div style="text-align: justify;">Bu her zaman böyle oldu. Siyasi şiir Türk şiirinin mayası oldu hep. Şu da var, Nef’i, Fikret, Akif, Nazım hepsi sanatlı şiirler yazdılar. Ancak onların sanatı retorik, klişe ve soyuttan arınıktı. Şiir = Siyaset (düşünce) anlayışı, şiiri sembollerden kurtardı. Unutmayalım ki Fikret’in İstanbul gibi mübarek(!) bir şehri düşünerek yazdığı şiirinin ismi Sis. Sembollerle düşünmek İstanbul’u nostalji malzemesine çevirirdi değilse, Fikret siyasi düşünmeseydi. Şiirin ismi de sis olmazdı zaten. Sis çok somut, gözle alakalı bir şey. Siyasi olmayan şiirlerin o sisi görecek gözü yok ama. Yoktu yani.</div><div style="text-align: justify;">Somut, klişeyi bozar. Bu, her çağda böyle olmuştur. Her çağın da küfür gibi kendini gizleyen klişeleri vardır. Onu buldun mu “ben ne şairmişim lan” dersin. Bozulmak kaderin ama. Burası Türk şiiri. Yalnızlık, kendinle hesaplaşma, çisenti, arnavut kaldırımlar filan hikâye. Git otuzbir çek. Can sıkıntısı değil mi sonuçta. Kaç defa hesaplaşabileceksin kendinle, bir dene.</div>m.küçükçifcihttp://www.blogger.com/profile/16491734989483543188noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-20597870059152605162011-02-28T11:31:00.001+02:002011-03-21T18:55:44.369+02:00Erbakan öldü, Kaddafi direniyor<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>Denktaş görevi devretti, Humeyni öleli 20 seneyi geçti, Kastro yaşayan ölü dense yeridir. 1971'li değilseniz bu adamları hep beraber neden andığımı hemen anlamayabilirsiniz. 1960'ların ikinci yarısından itibaren dünya sistemine kafa tutan bir avuç adam vardı. Bu adamlar iki kutuplu dünya sistemi içindeki denklem bozukluğunu keşfetmiş adamlardı. Liberallerle sosyalistler arasında bölüşülmüş bir dünyada anahtar rolü oynamayı denediler. Yüzlerce, binlerce benzerleri de vardı tabii. Sadece Lübnan'da anahtar rolü oynamaya çalışan yüzlerce örgüt var. Büyük davası olan küçük partiler ve gruplar Türkiye'de de vardı. Benim saydığım isimler yaşım dolayısıyla çocukluğumda bir ortak pozda görmeye alışık olduğum adamların isimleridir. Türkiye o zaman 40-45 milyon nüfuslu, kişi başına düşen milli geliri bin doları bulmayan küçük bir ülkeydi. Ama hemen hemen bütün partilerin ortak sloganı, Türkiye'yi büyütmekti. Enflasyon nasıl dizginlenir, ordu nasıl güçlendirilir, geniş halk yığınları için istihdam nasıl sağlanır, şehirleşme nasıl yapılır... dert buydu. İnsan hakları, demokrasi, liberalleşme... neredeyse hiç bilinmiyordu. Bunların bir gün amentü haline geleceğini düşünmezdi kimse. İki dünya vardı çünkü, bir de üçüncü yol ihtimali, devrim.<br />
<br />
<a name='more'></a>Necmettin Erbakan devrimci değildir. Reformisttir. İyimser ve meşruiyetçidir. Müslümanları şuurlu Müslüman yap, dünyayı kurtarsınlar. Böyle düşünüyordu. Halkın temel değerlerle ilişkisini hiçbir zaman tartışmadı, kuşku etmedi halktan. Tam bir halkçıydı. Yani bugünkü zibidilerin yaptığı gibi İslam ve Halk diye iki ayrı başlık açmadı hiçbir zaman. İkisini çoğu zaman bir şeyin içinde gördü. Ona yeşil komünist demelerinin nedeni, kalkınmacı tutumu ve geliri halka doğru yayma isteğidir. İktidara gelememesi, geldiğinde çabucak gönderilmesi bundandır öncelikle. Askerler bizi Batıyla savaşa sokar diye korkuyorlardı, sanayiciler kârlarımızı halkla paylaşmak zorunda kalacağız diye. Bunlar olacak mıydı, bilmiyoruz. Erbakan görüntüsünün altında uzlaşmacı, müzakereci bir karaktere sahipti. Ecevit'e hiç benzemezdi. Demirel gibiydi. Farkları, Demirel'in mevki siyaseti gütmesi, kim ne istiyorsa söylemesidir. Erbakan'ın gayri şahsi bir davası vardı.<br />
<br />
Son halleri bizi üzüyordu. Belli yaşa gelmiş birinin sağlık durumunun kötüye gitmesi tabiidir, fakat biz onu öyle göremiyorduk. Birkaç sene önce partinin gençlik binasında görmüştüm. Zekası, konuşması, duruma hakimiyeti her zamanki gibi müthiş olsa da sağlığı epey bozulmuştu. Bunun yaşından çok aldığımız darbenin etkisiyle olduğunu düşünüyorum. Allah en doğrusunu bilir ama siyasetten koparılmak Necmettin Erbakan'ın sağlığını bozdu ve belki az sayıdaki insan için bu üzücü olduğu kadar düşündürücüydü. Duygusal şeylerden söz etmiyorum. Özal öldüğünde veya Ecevit öldüğünde sevenleri üzüldükçe biz de üzüldük. Üzücü bir ölümü yok Erbakan'ın. Arkasından hep ciddi şeyler görüyoruz. Ama İslamcılığın bir kere daha siyaset sahnesinden çıkarılması ezici bir şey, hem de İslamcıların yardımıyla.h. arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/11288768390097230302noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-31621982043403474332011-02-27T17:21:00.008+02:002011-03-21T18:55:32.327+02:00Kütüphaneci Notları 1<span style="font-family: 'trebuchet ms';">Kim demiş en çok okunan y</span><span style="font-family: 'trebuchet ms';">azarların Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Ahmet Ümit olduğunu? Tabii ki satış miktarları. Güya o</span><span style="font-family: 'trebuchet ms';">nların kitapları çok satıyormuş ve çok okunuyormuş. Geleceğin zihniyetini bu isimler kuruyormuş. Televizyonlara, gazetelere ve baskı sayılarına bakarsak, bu söylenenlere inanmamak e</span><span style="font-family: 'trebuchet ms';">lde değil. Gerçekten de çok satıyorlar ve çok okunuyorlar. Gazetelerde, televizyonlarda ve bazı sermaye dergilerinde bu isimlerden geçilmiyor. Her halükarda isimlerinden söz ettirmeyi başarıyorlar. En büyük yetenekleri bu zaten: kendilerinden söz ettirmek. Destekçileri şakşakçıları da çok. Zaten sürekli yapmaya çalıştıkları da saf insanları, az okumuş ama çok bilmiş cahilleri kitaplarının çok satıldığına, çok okunduğuna inandırmak. Ah buna insanlar bir inandığında onların kitapları daha da çok satacak.</span> <br />
<div class="MsoNormal" style="font-family: trebuchet ms;"> </div><a name='more'></a>Kahramanmaraş’ta ve Konya’da, o da değişik kitapçılarda, üç yıla yakın tezgahtarlık yaptım. Gelen kitaplar, kitapların raflara dizilmesi, satılması, yeni çıkan kitapların takibi, siparişi hep benim elimden geçerdi. Hangi kitap ne kadar sipariş edildi ve satıldı, bilirdim. Bu bilgilerime dayanarak beni sürekli şaşırtan bir durumla karşı karşıya kalırdım. O da popüler kitapların, taşradaki satışı, okunması ve popüler romancıların taşrada sevilip sevilmemesi konusu. Açık söylemek gerekirse ben Orhan Pamuk’un taşrada sevildiğine hiç şahit olmadım. Aynı şekilde Elif Şafak’a veya Ahmet Ümit’e hayran olanları da görmedim. İzlediğim televizyon, gazete veya dergilerde okunup yazılanlara bu yüzden hep şaşırdım. 300. baskısından söz edilen kitaplardan ben niyeyse hep az satardım. Satılmazdı ki. İsteyen olmazdı. Soranlar, isteyenler de çokça entelektüel geçinen veya olmak isteyen ve aynen benim gibi kitapları gazetelerin verdiği haftalık kitap eklerinden veya sermaye dergilerinden (<i>Kitap-lık</i>, <i>Milliyet Sanat</i>, <i>Hürriyet Gö</i><i>steri</i>) takip edenlerdi.<br />
<div class="MsoNormal" style="font-family: trebuchet ms;">Kütüphaneciliğe başladığım şu bir buçuk ay içinde yine aynı şaşkınlığı yaşıyorum. Taşrada, hadi taşrada demeyelim, genel alalım, halkın içinde bu popüler isimlerin hiçbir kıymeti yok. Ahmet Ümit’le Elif Şafak Mevlana-Şems konusuna girmeselerdi, bunlardan da halkın haberdar olacağı yoktu. Haberdar olmamasını olumlayarak söylüyorum. Haberdar olmasının zararlı bir tarafını da görmüyorum. Çünkü halkımız yalanı, dolanı, fanteziyi, hayali bilir, okur ve onların etkisinden kolayca sıyrılıp çıkar. Şafak’ın <i>Aşk</i> romanını okuyup dalga geçenlerle çok karşılaştım. Yani halkımız için Mevlana neyse, halen odur. Şafak’ın bu anlayışa ne eklediği bir şey var ne de çıkardığı. Çünkü halkımızın asıl besin kaynakları başka. İnsanın içini acıtan nokta da biraz bu.</div><div class="MsoNormal" style="font-family: trebuchet ms;">İçimiz acıyor, neden? Çok okunan yazarlar yüzünden. Kimler bunlar? Tabii ki Ahmet Günbay Yıldız, Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul, Yavuz Bahadıroğlu ve Hekimoğlu İsmail (bizim gençliğimizde Emine Şenlikoğlu, Şule Yüksel Şenler, Necip Fazıl, Mevdudi, Seyit Kutup da çok okunurdu, onları şimdilerde soran yok). Konya’da bu isimlerin kitaplarından çok sayıda satış yapardım. Van’daki öğrencilerimin elinde de aynı isimlerin kitaplarına rastlardım. <span style="font-size: 85%;">[1] </span>Kahramanmaraş’ta da olay aynı. Halkımız önce anne-babasından dinliyor dünyayı, önce onlara inanıyor. Sonra da sevdiği öğretmenleri dinliyor. Öğretmenlerden de yalnızca anne-babasının onaylayacağı öğretmenleri seviyor. Nasıl yani? Ve bunu nereden çıkarıyorum?</div><div class="MsoNormal" style="font-family: trebuchet ms;">Şu bir gerçek: Kaç kişi Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, İmam-ı Rabbani’yi veya İbn Arabi’yi okuyarak benimsemiş ve sevmiştir? Bu isimleri az sayıdaki kişi okur ve onlar çevresine anlatır. Şimdilerde bu isimler cemaatlerin süzgecinden geçirilerek okutuluyor, anlatılıyor, anlaşılıyor. Onlar bu isimlere hürmet eder, inanır, güvenir. Halkımız da bu isimlere hürmet eden, az sayıdaki kişiye hürmet ettiği için, Yunus’u, Mevlana’yı veya İbn Arabi’yi sever, onlara hürmet eder. Sevdiğinin sevdiğini seversin misali. Televizyondan Mevlana’yı duyduğu için değil, bu az sayıdaki kişi nedeniyle Mevlana’nın büyüklüğüne hükmeder.</div><div class="MsoNormal" style="font-family: trebuchet ms;">Taşrada halen bu az sayıdaki kişinin etkinliği/etkisi sürmektedir. Gerçi büyük şehirleri de gördük, oralarda da sürmekte. Çok okunan, çok satan yazarların kitaplarına duyulan ilgiyi de ben bu isimlerin dışa açılamamalarıyla açıklayabiliyorum. Yani Hekimoğlu İsmail ve Vehbi Vakkasoğlu Mehmet Akif’ten, Mevlana’dan, Sait Nursi’den, Necip Fazıl’dan söz ettikleri, onların hayatlarını iyi kötü yazdıkları için, bu az sayıdaki kişilerce onay görüp, okunuyor, tavsiye ediliyor. Yavuz Bahadıroğlu Osmanlı padişahlarının hepsini masal havası içinde birer evliya ve kahraman olarak sunduğu için onaylanıp, okuyucunun/genç neslin önüne getiriliyor. Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Cihan Aktaş, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, hatta Nazan Bekiroğlu çok sade ve anlaşılır bir dille yazmalarına rağmen bu az sayıdaki kişiye halen modern kaçıyor; anlaşılmaz, anlaşılmazlığın ötesinde karışık, kafa bulandırıcı, tabiri caizse elit geliyor. Öyle olunca bunlar gönül rahatlığıyla tavsiye edilecek yazarlar listesine alınamıyor. Kaldı ki bu listeye Elif Şafak, Orhan Pamuk veya Ahmet Ümit girebilsin. </div><div style="font-family: trebuchet ms;"><hr align="left" style="font-size: 78%;" width="33%" /><div id="ftn1"><div class="MsoFootnoteText"><span lang="EN-GB"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 14px;">[1]</span> </span>Van’ın kitapçılarında bütün okunmazlığına rağmen, inanılmaz sayıda Lenin, Stalin, Marks veya Hasan Hüseyin külliyatlarıyla karşılaşmıştım. Toz içinde. Durum şu: Van’da bir genç, komünist olmuş ama Nazım Hikmet’i sevmezdi, Hikmet Kıvılcımlı’yı bilmezdi.</div></div></div>ö.yalçınovahttp://www.blogger.com/profile/06268567244470976869noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-69752104168938976262011-02-27T13:04:00.003+02:002011-02-27T13:12:15.985+02:00Biz ve onlar.içlerinden geçenleri anlıyorduk, söylemediklerini.<br />yolsulsunuz, iğrençsiniz, diyorlardı,<br />ne giysiniz var dolabınızda, ne iki türlü yemeğiniz, ne de paranız,<br />sevginize karnımız tok, özgürlükse özgürlük bizim için.<br />sırıtmaya bile gerek duymadan arkalarını dönüyorlar soframıza.<br />oysa biz alın terimizi bölüşürüz, yağma ve haraç bilmeyiz.<br />tütünü öküz için icat ettik, çift sürerken bir cıgara içimi dinlensin diye.<br />öküz bizsek, hani soluk alacak vakit nerde!<br />bu yüzden hor bakıyorlar bize, kanımızı içtiklerinden.<br />bencillik en büyük bereket onlara, beylikleriyse<br />en büyük dolap.<br /><br />Oktay Rifat, Çobanıl Şiirler, Temmuz 1983, Adam y., s. 172m.küçükçifcihttp://www.blogger.com/profile/16491734989483543188noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-50462709072463460932011-02-24T13:48:00.007+02:002011-03-21T18:56:34.712+02:00Nihayet Diyet<span class="Apple-style-span">Biliyorsunuz bir buçuk ay önce Popülist Sinema programına başladık. Bugün Lütfi Akad'ın üçlemesinin son filmi <i>Diyet</i>'i izleyeceğiz. Fayrap'ın kapaklarından da biriydi <i>Diyet </i>filminin afişi. Üçleme bugün bittiği için Lütfi Akad ve bu üçleme hakkında genel bir değerlendirme, tartışma yapmak istiyoruz. Daha dışarı çıkan, dört duvardan da beyazperdeden de dışarı çıkan şeyleri konuşabiliriz bu film vesilesiyle. Göç meselesini konuşabiliriz mesela. Hatta bunu konuşalım.<i> Diye</i>t'i izleyelim. <i>Gelin, Düğün, Diyet</i>'i konuşalım, göç meselesini, Lütfi Akad'ı, derdini, derdimizi. Bugün (24 Şubat, Cuma) 18.00'da dernekte.</span>Anonymousnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-89893429034904039522011-02-24T10:05:00.011+02:002011-03-21T18:56:11.036+02:00Psikolpaloji ve psikolpacılarSon karıştırdığım dergilerin hepsinde, gazetelerde, gözüme ilişen yazılarda, orada, burada, şurada, durmadan ve durmadan hayatımızın iğdiş edildiğini görüyorum. Yetmiş milyon psikolog okullarından mezun olup salya sümük gazete ve dergileri doldurmuş böğüre böğüre öğrendiklerini kusuyorlar. Her hareketimize, her sıkıntımıza, her küfür etmemize, hatta osurmamıza bile bilimsel cümlelerle mukabele ediyorlar. Psikoloji iyileştirmesi, sakinleştirmesi gereken bir bilimken korkutmaya saptırmaya ve dürtmeye yarıyor. Bizim ev genelde sakin ve huzurlu bir evdir. Elbette türlü türlü dertlerimiz olur ama bunların üstesinden kaba kuvvetle geliriz. Ama sülalemizde birçok ailede, özellikle zengin ailelerde, birçok problem var. Çünkü onların evlerinde “aman çocukların psikolojisi bozulmasın” diye bir deyiş var. Çok inceler. Ah nasıl inceler bilemezsiniz. Çocuklarının istediklerini alamadığı zaman hasta olan anneler, çocuk küstüğü ağladığı keyifsiz olduğu zaman paniğe kapılan babalar… <br />
<a name='more'></a>Bizim evde bir çocuk okula gitmek istemediği zaman dayak yer mesela, sonra paşa paşa gider. Ama bahsettiğimiz evlerde işler böyle yürümez. <i>Çocuk okula gitmek istemiyorsa acaba neden istemiyordur? Zorlarsak 16 bin yıl sonra yetişkin olduğunda bu olay çocuğumuzun vücudunda nasıl bir organa dönüşecek, yavrucağımız bizim yüzümüzden erkenden mi cortlayacak? Bir şey yapmazsak, okula hiç gitmezse, peki ya cahil olur da uhu içerek intihar ederse? He İbrahim napcaz şinci?</i><br />
<div><br />
Oysa dert edecek bir şey yok. Oğlunuz okulda şişko bir çocuktan dayak yedi. Siz de daha etkili bir dayak sitili ile mukabele ederseniz, şeker yavrucağınız okula gitmek o şişkoyla hesaplaşmak zorunda kalacak ve artık daha cesaretli biri olacak. Meseleye kaba yaklaşmak, çoğu zaman hayat kurtarır. İnceliğin encik büncüklüğünde topluca hasta, topluca spastik olursunuz yoksa. Zaten psikologlar da topluca hasta manyak sapık olduğumuza ikna etmeye çalışıyorlar bizi. Hepimiz bağımlıyız, hepimiz narsistiz, hepimizde kişilik bozukluğu var, mutlaka ama mutlaka (mutlaka lan!) uzman (kesinlikle uzman!) birinden yardım almamız gerekiyor. Başka türlü iyileşemeyiz çünkü. Muayene ücretini bayılmadan sövüşlenmeden iyileşebilene aşk olsun. Topluca koşa koşa ayıla bayıla bu psikopatlara varalım, tütsüler yakıp donumuzu ayı kemiğine sarıp ayinler yapalım. Hatta ailemizin doktoru olsun mutat olarak hasta olalım, sürekli yüzlerce derdimiz olsun, derdimiz ağırlığınca paramız olsun, bayılalım, bayılalım, para basalım bayılalım. Binlerce hastalık ürettiler. Gelip geçici birçok sıkıntımızın efradına cami ağyarına mani tanımlarını yapıp yeni kavramlar yarattılar. Böylelikle o dertler artık gelip geçiciliğini kaybetti, müzminleşti. <i>Adam çalışmış kavram üretmiş olum, hastalığın iki günde geçerse ayıp olur. </i><br />
<div><br />
Herhangi bir psikologa göre 89C’deki bütün yolcular hastadır. Çünkü 89C Taksim’den kalkar ve Ardahan, Siirt, Muş, Unkapanı, Aksaray, Fındıkzade, Yüzyıl, Ateştuğla, Karabayır, Evren Mahallesi ve Halkalı’yı dolaşarak sizi üç saat sonra tecavüze uğramış bir paçavra gibi evinize bırakır. 60 kişilik arabada 300 kişi yolculuk yaparsınız, sırayla nöbetleşe nefes alırsınız, aklınızdan jiletle boğazınızı kesip kafanızı şoföre fırlatmak gibi bin türlü düşünce geçer. Küfrün milyon çeşidini hep bir ağızdan edersiniz. Koro halinde vecd ile her nefeste iette’ye söversiniz. Ama psikologlar bunları çok ayıp şeyler olarak görürler. Size çok kızarlar. Sakin, sevimli, narin, mutlu olmanız gerekir. Çıldırmaya hakkınız olmadığına inanırlar. 89C’de yolculuk yapan biri eve geldiğinde yarı cinnet halindedir. Bu adamlar psikolojilerini cartlarını curtlarını düşünemezler. Eve gelirler karılarını döverler. Olur biter. Bu, buldukları süper bir tedavi yöntemidir. Ağzınızı yüzünüzü ekşitmeyin lan! Günde 6 saatini yolda geçiren adamdan başka ne bekleyeceksiniz? Dava, aşk, parti, ahlak, yüce değerler? Fazla zorlamayın bence. Havanızı alırsınız. Bir de küfür yersiniz. </div><div><br />
Neyse. Havuzlu villalarda oturan çocukların psikolojileri bozulur. Kirada ve boktan evlerde oturanların ise canlarının sıkılmaya bile hakları yoktur. Canım sıkıldı baba cümlesinin karşılığı güzel bir tokat olabilir çünkü. Çocuk hemen iyileşir, can sıkıntısı geçer. Psikolojisi falan da bozulmaz. Eline geçirdiği kamyonla handütçülük oynar. Bu da fakir çocukların bulduğu bir yöntemdir. Basit olmak, yalın olmak, elli bin etki, itki ve teoriyle düşünmekten daha tedavi edicidir. Zaten psikoloji dediğimiz şey handüt’ten daha bilimsel bir şey değildir. </div><div><br />
<span class="Apple-style-span"><i>Not: Ben niye pata küte yazıyorum? Hasta mıyım? Derdim ne? Çapaksız temiz bir makale çıkmaz mı hiç elimden şöyle sükûnetle okunacak? Konu üzerine otuz kitap okumuş olduğumu ispatlar tahliller yapıp kitabi konuşamaz mıyım hiç? Dergilik, gazetelik yazılar yazamaz mıyım bol dipnotları olan? Evet, maalesef 89C’de yolculuk yapınca böyle şeyler yazılmıyor. 89C’de yolculuk yapanlar da zaten öyle yazıları okumazlar. İş çıkışı üç saatimi yolda geçirince, popülizm dahil hiçbir kavram umurumda olmuyor. Orada oturup yolculuk yaparken hiçbir fikir, dava ve yüce değerler de umurumda olmuyor. Hele sanat vs. tam aşağılık bir durum... Ey yüce entelektüeller, otobüsteki adamların umurunda değilsiniz. Sanayide çalışan bir arkadaşım hiç dergi kitap yazı okumadığı halde yazılarımı bir şekilde takip ediyormuş. Onların hayatını anlattığım için beni tebrik etti. Beni bir tornacı tebrik etti. Birçok büyük ağabeyden iltifat aldım ama hiç bu kadar mesut olmadım. Ama bunu ne kadar sürdürebilirim bilmiyorum. Dipnotlu yazılar yazmaya başlasam iyi olur. Bu gidişle ömür boyu ciddiye alınmayacağım. </i></span></div></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-10802535513223978962011-02-24T04:53:00.006+02:002011-03-21T18:56:23.763+02:00İnternet şiirleri 1: Ortadoğu için devrim marşıGayrisafi milli hasıla istemeseydi ortadoğu konuya girmeyecektim<br />
Durmayacak çünkü ibneler biliyorum insan hakları diyecekler<br />
Demokrasi diyecekler hukuk devleti serbest pazar gayrisafi<br />
İşte yine oldu aynı şey hep oluyor gayrisafi oluyor milli hasıla oluyor<br />
Buraya kadar birşey yok ama gayrisafi diyecekler biliyorum korkuyorum<br />
Korkuyorum gayrisafi dedimmi eren safi de diyebilir an meselesi<br />
Onu da isteyecek ben de tamam diyeceğim ama dur bakalım üç tane sorum var<br />
<br />
Üçü bırak bir sorum bile yok bunun karşısında kameralar çekiyor çünkü kablolar çekiliyor<br />
Sular çekiliyor ortadoğuda oh ne güzel; otuzbir çekiyor dünya müslümanları bunun karşısında<br />
Ben de çekerim öyle, ne güzel el cezirenin karşısında ne güzel cnnin msnbcnin <br />
Bu pornodan da bilet kesenden de ışık tutandan da üst üste o kadar gece hem de meydanda hem de tahrirmiş adı <br />
<br />
<a name='more'></a>Çocuk pornosu da var tercih edene çatır çatır vuruyorlarmış çocukları vay zalimler<br />
Gülay göktürke göre o da demokratik bir kösnü bir esrime<br />
Sormak lazım demokratik göktürke bir sorusu var mı şimdi ben bulamadım çünkü<br />
Üç tane bulmam lazım bir tane bile olur şimdilik. vakit kazanmam lazım<br />
İstiyorlar<br />
Gayrisafi istiyorlar eren safi isteyecekler aha da şimdi an meselesi<br />
Eren safi diyecekler aha kaçamazsın hiçbiryere söyle bakalım<br />
Fikrini söyle ortadoğuyla ilgili nedir pozisyonun kaç posta söyleyebilirsin fikrini<br />
Soruyorlar korkuyorum çekiyorlar ya vallahi çekiyorlar kamerayla da otuzbir de<br />
Çekin lan amına koyiim gelin cevaplamayan sizin gibi olsun arapçası da aha hatta amina quayiim<br />
“Ben plastiğe karşı organiği MALLa karşı bakkalı ipada karşı diviti metroya karşı tireni tutmuyorum” (es. Cvp)<br />
“Kızılderililerden de aborjinlerden de zencilerden de cezayirden sudandan uruguaydan siyamdan balkanlardan bu arada uru mu aşağıydı para mı ya?” (es. Cvp)<br />
“Araptan veya acemden birşey anlamıyorum türkten bile küçük yazıldı mı baş harfi hele” (es. Cvp)<br />
“Bluesdan da neşetten bile esasında artistlik bi tarafa, ne müslümden ne ıtriden ne sezenden ne aksudan, jazdan klasikten romantikten topunun kökünden kibrit suyundan<br />
Anladıysam da arap olayım önceden anlamış gibi yaptıysam. yapmadıysam da olayım ayrı” (es. Cvp)<br />
Namaz kılınca eklemlerine iyi gelen oruç tutunca detox olan zikirde çakraları açılanlara çakıyim yani bir başka deyişle<br />
Siz faşizm demiştiniz dimi sirayet demiştiniz halklar demiştiniz manyaklar demiştiniz<br />
Kontrolden çıkmıştı üç beş tane psikopat üç beş tane ülke yakmışlardı üç beş tane pis herif hitler mitler mussolini bilmemne<br />
Hah ondan önce ulus devletlerin sirayeti vardır kronolojiyi atlamayalım<br />
İtalya terlik istirahatindeydi hani milli birlik filan yok komitesi değil milli birliğini geç tamamlamıştı vardı ya<br />
Sonra bilmemne sirayeti komünizm sirayeti demokrasi sirayeti sirayette sirayet<br />
Ordan oraya sıçrıyo bu mikrop gibi birşey bir nevi doğa olayı<br />
Rica ederim ne sarsı ne demokrasi gribi, demokrasi değil bu arada kuş. gribi yani. değil işte bildiğin rüzgar. organik<br />
Komünizm rüzgarları faşizm rüzgarları demokrasi rüzgarları filan <br />
Şimdi de devrim rüzgarları evet eren safi ne düşünüyorsunuz bu rüzgarlarla ilgili doğu olayları doğa olaylarıyla ilgili <br />
“Şimdi bu gürcistanda ukraynada şilide iranda filan tezganlanan..” dıııt yanlış (bu tırnak içindekiler eren safi cevapları oluyor. Metnin bundan sonrasında hatta bi dakika, öncesinde de diyelim de kolaylık olsun varsa yukarıya da koyarım, kısaca: es. Cvp. Teşekkür ederim)<br />
Oraları karıştırma şimdi ne düşünüyorsun televizyona bak suratıma değil televizyona bak dedim el cezireye bak çocuklar aa ne yazık evet sen ne düşünüyorsun?<br />
“Valla rüzgar değil de amerika osuruyor olmasın batı da körük tutuyor biz de oohh diyoruz ne güzel koktu doğudan doğudan” (es. Cvp)<br />
Amerika zaten Amerika osuruyor diye düşünmemizi istermiş hep küçükken. Büyümüş biz de öyle sanıyoruz artık. Yoksa nerde osuracak düğümlerler bunlar alimallah<br />
Yok arkadaşlar akif değildi, o düzyazı değil şiir yazıyordu basbaya hepinize de basar ayrı<br />
Eren safi düzyazıcıdır düzdür yazıcıdır yazar hepinize de yazar o da ayrı<br />
Düz düz yazıyorum açın evet<br />
Siz müslümancılık oynayın kafirler de kafircilik siz müslüman değilmişiniz gibi onlar kafir değil<br />
Siz demokrasi isteyin insan hakları gayrisafi bilmemne<br />
Onlar çekip çekip yayınlasın müslüman gibi oynayan cezirenizde devrimmiş gibi<br />
Cnnleri kafir değilmiş gibi msnbcleri ntvleri değilmiş gibi yapsınlar onlar da <br />
Siz çekin çekin ohh bi posta daha kemal sayar uzman görüşü versin<br />
Tvde devrim seyretmek sosyopsikoloji açısından rahatlatıcıdır<br />
(Allah'ı da anlatmamalıdır bu yaştaki bir çocuğa henüz daha soyutlama bile yapamıyor yavrucak. Bizimki mesela hala altına soyutluyor)<br />
Toplumu oluşturan bireyler daha rahat kredi kullanır daha güzel sever birbirini daha kör olurlar daha bir tutarlar birbirlerini severken<br />
İkibinonda yaşıyoruz tabi başka türlüsü düşünülebilir miydi bu devirde diktatör aaa<br />
Bir anda ikibinonda (ananı ikibinonbir olmuş) yaşamaya başladık arapçasına söyliyim ayıp olmasın amina quayiim<br />
Doğru şimdi ben bunları söylemekle komplocu oluyorum en kötü veya dikta yanlısı<br />
Şimdi olur mu mazallah iran devrimi rus devrimi iqiz qul’a devrimi ipimin kuşağımın devrimi onlar ne borumu <br />
Yok aslında ben öyle biri değilim yaşam tarzlarına da saygılıyım hatta içki içmenizin teminatıyım gerekirse başını da tutarım<br />
Öyle bi karaktersizim ben ben eren safi hala mı istiyorsunuz?<br />
E buyrun o zaman vallahi üç tane soru vallahi buyrun vallahi üç vallahi tane vallahi soru<br />
Bir<br />
İçki içmek, faiz yemek haramdır, içen yiyen dinden çıkmaz, içki içmese, faiz yemese bile biri içki haram değildir derse dinden çıkar<br />
İki<br />
Namaz kılmak farzdır, kılmayan dinden çıkmaz, namaz kılsa bile biri namaz kılmak farz değildir derse dinden çıkar<br />
Üç <br />
Yaşam tarzı haramdır, içki içen, faiz yiyen, namaz kılmayan birisi, ne? bu benim yaşam tarzım derse sıçtı demektir, dinden çıkar mı çıkmaz mı bilmiyorum ama ona yalakalık olsun diye yılışan müslüman bence dinden çıkmamalı. Çıkana kadar mokoko<br />
Dört<br />
Demokrasi insan hakları hukuk devleti serbest pazar sivil toplum bilmemne bokunun lacivertine yaşam tarzı deniyor ortadoğu için gerçekten istediğim şey bu. Yaşam tarzı. Herkes kendi bokunda boğulmalı. Gelip gelip istanbulda boğuluyorlar hiç hoş olmuyor.<br />
Hem soru soracağımı hem üç soru soracağımı söyledim bi de yemin ettim. Ne soru sordum ne üç tane ne de bişeye benzedi. Üç gün oruç tutacağız artık. Detox, çakra, devrim! Viva la hürriye!!!Eren Safihttp://www.blogger.com/profile/12765793251250495055noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-5467673555885188682011-02-23T15:55:00.001+02:002011-03-21T18:57:08.119+02:00Devrim endeksleri<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>Sosyalist kardeşim <a href="http://serbestsiyasa.com/?p=242#more-242">Emre Özçelik</a>, Dünya Bankası yönetişim endeks puanlarını gözden geçirerek, Tunus ve Mısır'dan çok daha kötü yönetilen ülkelerde devrim olmadığı halde neden bu ülkelerde devrim oluyor diye soruyor ve cevaplamıyor. Liberallerin baskıcı yönetimin buna neden olduğu tezini yine liberal bir endeksle çürütüyor. Tunus ve Mısır'ı anlamak gerçekten zor. İran devrimi, hatta Rusya devrimi için de benzeri şeyler söylenebilir. Devrimin belli şartlar karşısında tarihsel bir zorunluluk olduğunu düşündüğümüzde elbette böyle bir problem çıkıyor karşımıza. Marksistçe düşündüğümüzde yani az çok. Ben tabii ki Marksistçe düşünmüyorum ve başka şeylere dikkat ediyorum. Devrim ne kadar özgün, mesela, buna bakıyorum. Tahrir Meydanını işgal, Mısır ordusunun müdahalesizliği, ama pozisyonunu koruması, dikkatleri İran ve Türkiye'ye çeviriyor. Meşrutiyet ve Cumhuriyet nasıl olmuş, çok partili hayata nasıl geçilmiş, sonraki askeri darbelerden ne haber? Hangisi devrim, hangisi karşı devrim, hangisi reform, Batının müdahalesi... Bunlar cevaplanmamış olarak duruyor. Ama söyleyebileceğimiz, bir model üzerinden devrim analiz üretimi yapılacaksa, bu Osmanlı son tarihinden beri gelmeli. Komünist Hikmet ve liberal sosyalist İdris'in sözlerine kulak asmalı. Kemallerden Tahir ne diyor diye bakmalı.<br />
<br />
<a name='more'></a>Tunus ve Mısır devrimleri burjuva demokratik devrimi (o da Kemalist-Leninistlerin şeyidir sonuçta; bir insanın aynı anda Kemalist ve Leninist olması bile tarihsel bir sonuç) görüntüsü veriyor ama neden şimdi, neden silahlı kuvvetler üzerinden ve neden ille de seçimle ilgili? Bunun birazını Batının başarısı kabul etmek zorundayız. Seçimsiz devrim artık imkansız. Doğrudan halk yönetimi veya seçimsiz halk diktası imkanı yok hiçbir devrimin. İnsanlar buna inanmaz. Mısır halkı Mübareki devirip orduyu getirdi. Fetihçi, işgalci, dışa patlamacı bir ordusu yok Mısırın, devrim Fransasının aksine. Tarihte de çürük çok yani. Yeni bir gündür bugün. Mağripte devrim, İstanbulda yağmur diyorum ben. Hayat ölerek kalarak devam ediyor. Eskiye göre daha fazla Arapça ve daha fazla noluyor sorusu var Türk medyasında. Kemalistler Mısıra karşı Libyanın yanında. Çok saçma değil mi? Mağribin tek ülke, bir ülkeler, daha doğrusu şehirler kompleksi olduğu belli değil mi? Hep şehir adları dikkat çekiyor. 11. yüzyılda da böyleydi. Asabiyet meselesi. Demek ki İbn Haldun'dan da bakmamız gerekiyor. Zor.h. arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/11288768390097230302noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-29546938401649739112011-02-22T02:37:00.003+02:002011-03-21T18:57:24.401+02:00Hikaye atölyesi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>Önceki ay çıkan hikaye kitapları ve dergilerde yayımlanan hikayeler üzerinden gerçekleştirilecek atölye çalışmasının hikaye konusunda yeni bir kapı aralayacağını düşünüyoruz. En azından bizim gayretimiz bu yönde olacak. Hikayeyle ilgilenen, okuyan, yazan arkadaşların katılımını bekliyoruz. Hikaye editörümüz Nurcan Toprak ve Fayrap yazarlarından Emine Akyurt'un yürüteceği bu atölye çalışması herkese açıktır. 22 Şubat Salı 18:30melek arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/00037490727311010329noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-76898874750583543482011-02-22T02:25:00.008+02:002011-03-21T18:57:36.280+02:00Popülist sosyoloji<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><span class="Apple-style-span">"Popülist sosyoloji tartışmaları"nın geçen haftaki toplantısını çok çeşitli nedenlerle gerçekleştiremedik. 25 Şubat Cuma günü akşamı altı buçukta, Türkiye'de sosyoloji yapmanın, başka bir deyişle Türkiye'de yaşayan insanları tanımanın imkanları üzerine kafa yoran herkesi bekleriz. Bu toplantıda tartışmayı, geçen toplantıda konuştuğumuz ve daha önce blogda duyurduğumuz gibi, </span><span class="Apple-style-span">Doğan Ergun'un <i>Türk Bireyi Kuramına Giriş</i> kitabından hareketle yürüteceğiz.</span>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-50462403554395555572011-02-20T02:34:00.011+02:002011-03-21T18:57:54.554+02:00Mahallemi özledim. Ümit AktaşSokağa çıktığım anda, ne ardımda bıraktığım apartman ve tanımadığım komşularım benim için bir anlam ifade ediyor, ne de şehrin vahşi sokaklarında yüzlerine bakmaya, dahası bir selam vermeye cesaret edemediğim o uzak insanlar. (Selam vermeyi) denemedim değil, denedim; ama her denememde başka bir hoşnutsuzlukla, hayâl kırıklığı ile karşılaştım. O zaman ben de benzerim olan tüm içine kapanmış şehirliler gibi çareyi önüme bakarak yürümekte ve modernizmin alfabesini, daha doğrusu şiirini yazmış olan Baudlaire gibi, bakışlarımı bulabildiğim boşluklara çevirerek, şehrin bu “iğrenç kalabalığı”ndan (Baudlaire, İçe Kapanış) kaçınmakta buldum.<br />
<br />
<a name='more'></a><br />
Özgürlüğün modernlikle başladığını söyleyen şu bohem ve konformist şehirliler açısından özgürlük, sadece bu kalabalığın içerisinde yarı sarhoş bir biçimde, sorumsuz ve denetimsiz bir dolaşma serbestisidir olsa olsa. Başınızın üzerinde ne güneş (ya da ay), ne de Tanrı’nın bakışı vardır çünkü ve o vıcık vıcık kalabalığın içerisinde sonuna değin yalnız, yapayalnızsınızdır. Kimseden sorumlu olmadığınız gibi, kimsenin umurunda da değilsinizdir. Yapmanız gereken şey, nasılsa içine düşmüş olduğunuz bu hayatın idamesi için bir yolunu bulup ayakta durabilmenizdir; velev ki bu birilerinin üzerine basma pahasına da olsa. Nasılsa bir yabancı ve hatta bir yabanıldır o kimse çünkü, şehrin cangıllarında karşılaştığınız ve kendinizi sakınmak mecburiyetinde olduğunuz. Orada, modern kentlerin tapınakları olan müzeler, sinemalar ve alışveriş merkezlerine girip çıkan benzerlerinizle ortak olduğunuz ne vardır ki; nedir sizi durduracak ve yüreğinizi titretecek olan?<br />
<br />
Benim gibi bir mahalle kültürü içerisinde yetişmiş biri için ne kadar da yürek burkucudur şu yukarıda yazdığım satırlar. Şimdilerde ikide bir mahalle baskısından söz eden hazperest şehirliler açısından özgürlük, sadece ve sadece kendilerini her türlü sorumluluk ve bağlılıktan uzak tutacak olan serbestlikten öte bir şey değil; mahallenin o sıcak ikliminden uzak bir kutup yani. Oysa insanlar, modern şehrin insanlara armağanı olan bu sefil iştihadan binlerce yıl önce, bir insan olarak temayüz ettikleri andan itibaren başlamışlardı özgürlük kavgalarına; yalnız ve yoksun olsalar da.<br />
<br />
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-4ASKpuTEjsc/TWBov-Qu7BI/AAAAAAAAALw/jupEez_Jj3k/s1600/bah%25C3%25A7eli%2Bev.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5575571512060996626" src="http://4.bp.blogspot.com/-4ASKpuTEjsc/TWBov-Qu7BI/AAAAAAAAALw/jupEez_Jj3k/s200/bah%25C3%25A7eli%2Bev.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 148px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 200px;" /></a>Ve ben, o çocukluk çağımda, mahalleye çıktığımda, arkamda kaygısız bir ana bırakmaktaydım. Kapısı hiçbir zaman kilitlenmeyen evimizi çevreleyen o küçük ama hoş bahçenin etrafı tahta bir tarabayla çevriliydi, aralarından güllerin fışkırdığı; ki, baksanız oradan içeriyi göremezdiniz. Orada bir çeşme akardı ve onun etrafında komşu kadınlar, sabah kahvelerini içerlerdi tam da bu saatte. Benim doğruları yazdığına inandığım gazeteyi ve kokusunu çitlerin çok daha uzağındayken duyarak yanıma koşan kedime bir lokmasını verdiğim somunu almak için çarşıya indiğim bu saatlerde. O somundan ilk lokmayı tadan ben olurdum elbette; tıpkı gelirken yolda, mesela bir ağaca yaslanarak, bir evin kapısı önünde durarak ve komşu Hasan amcaya da bir şeyler çıtlatarak, ya da meraklı Zeynep teyzenin soruşturan gözlerine bakarken kulağına da bir şeyler fısıldayarak, gazetenin neredeyse tamamını ilk önce okuyanın da ben olduğum gibi.<br />
<br />
Ve bilmekteydim hangi köşede kiminle karşılaşacağımı, kime nasıl selam vereceğimi, kimin başımı okşayacağını ve kimin bana küçük de olsa bir harçlık ya da cebinde özenle sakladığı bir şekeri vereceğini. Küçük mutluluklardı bunlar belki, ama yerine koyabileceğiniz daha güzel ne olabilirdi ki? Hangi sinema salonunda bu kadar renkli ve içten bir coşku karşılayabilirdi sizi ve hangi galeride bu kadar güzel kokan güller resmedilmiş olabilirdi? Hem onlardan en iyi reçellerin nasıl yapıldığını bilen ananızın elinin lezzetinin yerine hangi marketin rafını koyabilirdiniz? Sevgili anacığım; oysa o şimdi kapısını bir Allah’ın kulunun bile çalmadığı, daha şimdiden kendisine bir mezar hâline gelen hoyrat bir apartman dairesinde ömrünü tüketmekte. Artık ne komşu ziyaretleri ne de kahve saatleri. Dışarıda içine düşseniz kaybolacağınız bir cangıl, içeride ise sadece derin bir yalnızlık; bedeli şehirde yaşamak olan.<br />
<br />
Ahmet Haşim de, “Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,/Hepsinin gözlerinde hüznün var/Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;” derken, acaba böylesi bir geçmişi mi özlemekteydi? “O belde“ Haşim’in de hoyratlığından sıkıldığı bir şehrin uzaklarında olan o muhayyel diyar mıdır ki, bizi müşahhas hayattan kopararak o hiç gerçekleşmeyecek düşlere sürükler. Bir dost ararız gecenin o en umulmadık saatinde kapısını çalabileceğimiz ve bir sokak ararız, tıpkı evimizde dolaşır gibi kaygısızca, neşeyle gezebileceğimiz. Yüzler ararız orada korkusuzca, umutla bakabileceğimiz ve şu önünden geçtiğimiz kapının arkasında kimin olduğunu bilmeyi; kapısını çalabileceğimizi, o kapının açılacağını ve içeri buyur edilebileceğimizi de. Ama insanın içerisine “kötülük çiçekleri”, umursuzluk ve sorumsuzluk eken şehirde, en yakın dostunuzun bile bilmezsiniz ne halde olduğunu; bir telefonla aramak bile çok gelir size, sesini bile duymak istemezsiniz de bir mesaj gönderirsiniz sadece. Bu vıcık vıcık kalabalıkta işte böylesine açılmıştır mesafeler.<br />
Çünkü hiçbir şey tahammül edilebilir gibi değildir. Üstünüze rezil bir aymazlık boşaltılmıştır ve her an pürdikkat yaşamaktasınızdır; Tanrı’ya karşı değil elbet, insanlara, sürekli sorunlar çıkaran, bağırıp çağıran ve kavgaya hazır olan bu şehirli vahşilere karşı.<br />
<br />
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-jyI_KDpOPJY/TWBoS_-xq8I/AAAAAAAAALo/QS0TZEEJlWk/s1600/zburnu_sumer2.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5575571014306343874" src="http://3.bp.blogspot.com/-jyI_KDpOPJY/TWBoS_-xq8I/AAAAAAAAALo/QS0TZEEJlWk/s200/zburnu_sumer2.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 150px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 200px;" /></a>Oysa mahallemizde böyle zamanlarda bir araya gelen, insanların arasını bulan güzel insanlar, akil adamlar vardı. Bir sorun mu oldu? Koşulmazdı hemen mahkemelere. Birilerinin hakları mı çiğnendi, bir kadın kocasıyla kavga mı etti, ya da biri borcunu ödeyemedi mi, hemen imam, muhtar ve ilkokul öğretmenimiz bir araya gelir, sorunun çözümlenmesi için mahalleyi harekete geçirirlerdi. Orası bizim evimizdi çünkü, komşumuzun sorunu bizim de sorunumuzdu; hem o acılar içerisinde kıvranırken biz nasıl rahat olabilirdik ve o aç yatarken biz nasıl tok yatabilirdik ki? Ve orayı korumak, oranın esenliğini sağlamak, hepimizin görevi, namusumuzdu.<br />
Şimdilerde bu kültürden gelen “muhafazakâr” hükümetimize bakıyorum da, “kentsel dönüşüm” adı altında yaptığı tek şey, işte bu kenarda köşede de olsa kalmış olan mahalle kültürünü yok etmekten ibaret. Nasılsa kendisini koruyan, belki düzgün evleri olmayan bu kültürü yıkarak, kötü bir modernlik bilinci adına şehri gecekondulardan kurtardığını iddia eden bu yanlış bilinç, yerine TOKİ adlı estetik fukarası bir inşacı zihniyetin gündüzkondu’larını dikmekte. Tüm komşuluk bağlarını ve tüm mahalle kültürünü Vandal bir modernleşmecilik adına berhava ederek, belki çirkin ve derme çatma olan ama insanların kendi kültürel kodlarının doğallığıyla inşa ettikleri o yapıların yerine kimsenin kimseye ulaşamadığı, dokunamadığı ve kimsenin kimseyi tanımadığı gökdelenler koyarak. Sitelerin korunaklı silueti gerisinde, şehirden ve topraktan olduğu kadar insanlardan da uzaklaşarak, giderek daha da yalnızlaşarak, kimsesizleşerek ve hatta “evsizleşerek”. Üstelik topraktan uzaklaşırken Tanrı’dan da uzaklaştığının da farkına varmayarak.<br />
<br />
Kaynak: Özgün Duruş (31.01.2011)yunus bilgehttp://www.blogger.com/profile/03530473077750256303noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-80143511389345103902011-02-19T22:27:00.002+02:002011-03-21T18:58:06.957+02:00Dilencilik meslektir. Korkut Tuna<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><b>Sempozyumdaki konuşmanızda dilenciliğin bir kent sorunu olduğunu söylüyorsunuz. Öncelikle tarihsel algıda dilencilik bir sorun mudur? </b></span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;">Belki de bu tarz yaşam biçimini seçmiş insanların toplum içinde ancak bu ilişkilerle var olabildikleri çerçevesinde bakıp sayılarının çok arttığını görürsek, o zaman bir sorundan bahsedebiliriz. Ama benim görüşüm, dilenciliğin bir tür yaşam biçimi gibi, adeta bir meslek gibi kabul edilmesidir. Yani bu insanlar öyle veya böyle bir baltaya sap olamamış olabiliyorlar. Fakat bir yerden sonra hayatta kalabilme veya yaşantılarını sürdürebilme biçimini elde ediyorlar. Dilencilik, onların bir şekilde kendilerini yeniden üretmelerine izin veriyor.</span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"> </span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><br />
</span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"> </span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><b></b></span><br />
<a name='more'></a><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><b><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 0px; -webkit-border-vertical-spacing: 0px; font-family: 'Times New Roman'; font-size: small; font-weight: normal;"><b><span class="Apple-style-span" style="font-weight: normal;"><i>Prof. Dr. Korkut Tuna, bir yaşam stratejisi olarak dilenciliği anlattı. </i><br />
2008 yılında düzenlenen Dilencilik Sempozyumunun bilim kurulunda yer alan Tuna, dilenciliğin yoksulluk boyutunun yanı sıra sosyo-psikolojik özelliklerine dikkat çekti ve bir sosyolog gözüyle toplumun yardımlaşma kültürünü yorumladı. </span></b></span></b></span><br />
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><b><br />
</b></span><br />
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><b><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 0px; -webkit-border-vertical-spacing: 0px; font-family: 'Times New Roman'; font-size: small; font-weight: normal;"><b><span class="Apple-style-span" style="font-weight: normal;"></span></b></span>Kendine özel kültürü, yaşam biçimi olan bir meslekten bahsediyorsunuz? </b></span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;">Evet. Bunun için belli bir şehrin belli bir yerine, mahallesine yerleşmiş olabiliyorlar veya bir şehirden bir şehre göç etmiş olabiliyorlar. Tabii bunu sadece günümüz boyutuyla değil biraz tarihi perspektifi içinde düşünüyorum. Başka türlü söylersem biraz sezgisel veya biraz bilgi kırıntılarının aklıma gelmesiyle söylüyorum. Dilencilik, bir tür yaşam biçimi gibidir. O hayat biçimine göre giyiniyorlar, yaşıyorlar, ona göre belki kendilerini yeniden üretmenin yolunu buluyorlar. Bu yolla gıda elde edebiliyorlar, bir üst başları var, bir de bir yerde barınıyorlar bir şekilde.</span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"> </span><br />
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"></span><br />
<b><span class="Apple-style-span" style="font-weight: normal;"><i><br />
</i></span></b><br />
<br />
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvyQT_EzjdmIg16h1mQrLd_iAReEbjlgxsHjF7urF3COmJgud-iLVV2qvG1V0Nr5zntIgrziiDlNH7B33q4uGoZKgTY1Df6XB4XtV3rdy_a10uQM9wiU_CtKkWHUu6HXSltdGY4WBpK9Eb/s1600/korkut_tuna.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; display: inline !important; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="138" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvyQT_EzjdmIg16h1mQrLd_iAReEbjlgxsHjF7urF3COmJgud-iLVV2qvG1V0Nr5zntIgrziiDlNH7B33q4uGoZKgTY1Df6XB4XtV3rdy_a10uQM9wiU_CtKkWHUu6HXSltdGY4WBpK9Eb/s200/korkut_tuna.jpg" width="200" /></a><span class="Apple-style-span" style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px; font-family: Verdana, Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 11px;"><b><span class="Apple-style-span" style="font-weight: normal;"></span>Neden meslek olduğunu düşünüyorsunuz? </b>Bir meslek gibi mütalaa edilmesinin altında onların kullandıkları bazı yöntemler olabilir; para ya da bir şey isteme tarzları gibi. Günümüzde de bakarsak, bir şekilde insanına göre; yani gençlere farklı, yaşlılara farklı hitap ediyor. Karşısındakinin eğilimine göre isteme tekniği belirliyor. “Nabza göre şerbet vererek ihsan alma” tekniğinin kullanıldığı bir nevi meslekleş gibi. Ben çocukluğumda hatırlıyorum; Edremit’te, dilenciler gelirlerdi ekmek verilirdi. Sadece ekmek verilirdi. Ekmek önemli bir şeydi belki ama sırtlarındaki torba kuru ekmek doluydu. Şimdi bu durumun, sadece kuru ekmekle yaşamanın güçlüğü bugünümüzün koşulları için geçerli. Ama mesela Bulgar Edebiyatında Türkçe yazan birisi, Bulgaristan’daki Türk bölgelerindeki geçmiş hayatı anlatıyor. Orada insanlar çalışıyorlar, aile sahibiler ama gittikleri yerde veya yolda suyun içine biraz şeker atıp ekmeklerini batırarak yiyorlar. Yani onlar dilenci değiller ama yaşamları belki de benim bahsettiğim bu torbasında ekmek olan insanların yaşantılarına benziyor. Dilenciler, hayatlarını sürdürebilmek için çekinilecek veya çekinilmeyecek konuları iyi bilir ve insanların içine tam girmeden,onlarla doğrudan hemhal olmadan sınırda kalarak bir şeyler alabilme siyasetleri vardır.<br />
<br />
<b>O halde dilenciliğin kendisi değil de sayılarının artması bir sorun olarak beliriyor. Sizce dilencilerin çoğalması siyasal, ekonomik adaletsizliğin bir sonucu mudur, yoksa insanın çalışmayı sevmeyen tembel yönünün tezahürü mü? </b>Bu kolay örgütlenebilen bir hayat tarzı. Çünkü mesela sempozyumda da söylenmişti ki, Türkiye çapında belli köyler ve iller dilenci üretiyor. Mesela Adana, Zonguldak taraflarından hani neredeyse dilencilik üretiliyor. Yani bunu bir yaşam tarzı veya bir meslek haline getirmeleri de biraz bundan kaynaklanıyor. Bu insanlar bir şekilde kolay para kazanmanın yolunu veya hayatlarını sürdürebilmenin yolunu bulmuş oluyorlar. Bunların içinde gayri hukuki durumlar, küçük çalıp çırpmalar, “alıverip gidivermeler” olabiliyor. Hani belki ortada gördüm, çok samimi bir şekilde, kimse almamış ben alayım, götüreyim diyorlar.<br />
<br />
<b>Dilenciliğin fakirlikle hiç mi ilgisi yok? </b>Ben fakirlikten çok, bir meslek olarak icrasını gördüm. Çünkü fakir insanın dilenmesi çok farklı bir şey. Dilenmek bir başka boyuta geçmek gibi oluyor. Başka bir deyişle; insan, kişiler arası ilişkide, kendi kimliği veya düşüncesinde, kendi hakkındaki düşüncelerinde başka bir boyuta geçiyor. İnsan o an için yanındakinden bir şey isteyebilir, mesela “canım çekti bir lokma ver” diyebilir. Bir bardak su isteyebilir ama dilencilikte devamlı istemeye tabiisiniz. Ve burada sıradan isteyişler geçerli değil. Kendinizi biraz mağdur, yardım edilmesi gereken bir hale çevirmeniz gerekiyor. Biliyoruz ki dilenciler, belli organlarını yaralıyorlar, çocuklarını mesela kör gibi gösteriyorlar. Bütün bunlar bize onların istemenin bir yolunu bulduklarını gösteriyor. Dolayısıyla bence bütün bunların bir yoksulluktan çok bir meslek olarak, bir bilinçli hareket olarak, bir hayat tarzı olarak algılanması gerekiyor. Çünkü insan çok fakir olabilir ve hatta çaresizlikten bir köşede durup hiçbir şey demeden para isteyebilir. Ama dilencilikte, biraz tecrübeyle her yere ve koşula göre bir isteme tekniği var.<br />
<br />
<b>Yoksulluğun artışının dilenciliğin artışına sebep olduğuna dair genel bir algı var?</b>Ben buna katılmıyorum. Türkiye’nin gelir dağılımına bakarsanız zaten yoksulluk sınırı içindeki rakamların normal bir memur maaşının üstüne çıktığını görüyorsunuz. O zaman herkesin dilenmesi gerekiyor. Benim anladığım kadarıyla dilenme bir hayat tarzı, bir geçim biçimi olarak insanların kendilerini bu şekilde ortaya koymaları ve bundan hiçbir şekilde sıkıntı çekmemeleri, herhangi bir mağduriyet hissi duymamalarıdır. İnsan bazen kendi davranışlarını sonradan değerlendirdiğinde, hoşuna gitmeyen yanları oluyor, üzülüyor yani yapmamam gerekirdi diyor. Burada öyle bir şey olmuyor. Bilinçli bir biçimde yani hangi koşullarda kimden ne alınabilir belki çok iyi bir psikolojik tahlil, çok iyi bir sosyolojik tahlil sonucunda bir iş yapıyorlar.<br />
<br />
<b>Gene de bir mağduriyet durumu yok mu? </b>Akli, bedeni özürlerinden dolayı bu yola gitmiş olanlar da var. Hatta meczup olduğu için insanların yardım ettiği, karınlarını doyurduğu örnekler var. Ama bana göre dilencilik bu değil. Dilencilik daha örgütlü bir şey gibi. Dilencilik insanın kendi davranışını ve diğer insanlarla olan ilişkisini iyi hesaplamasıyla ilgili bir faaliyet. Bunların sosyal özelliklerinin benzer olması bu durumu daha iyi açıklıyor. Bahsettiğim gibi aynı köyden olabiliyor veya Çingeneler olabiliyor bunlar. Türkiye’de mesela çok yaygın olan bir şey vardı. Şimdi yapmıyorlar. Bu ilk turizm hareketlerinin başladığı zamanlarda, insanların eskiden çok da gidilmemiş yerlere gitmeleri sonucunda rahatsız edici bir şey oluyordu. Çoluk çocuk gidip avuç açıp, gelen kişiden bir şeyler dilenmeye başlıyorlardı. Şimdi bu bir ilişki kurma biçimi midir ya da aklı o kadar mı eriyordu? Ama enteresan bir şeydi. Bunların kalktığını zannediyorum şimdi. Yoksul mahallelere biri gidince de bir şey istendiği oluyordu.<br />
<br />
<b>Aslında yine de ortak sosyal özellikleri fakirlik? </b>Muhakkak ki bunun altında bir fakr-u zaruret var. Fakat bu durumu bizim anladığımız ölçüler içinde aşmak yerine bu tür bir yola başvuruyorlar. Mevsimlik olarak; bayramda, seyranda tatil dönemlerinde de bir yerlere gidip dileniyorlar. Hani nasıl mevsimlik işçiler çalışmak için kalkıp Güneydoğudan Adana’ya veya başka topraklara geliyorlar, bunlar da bir yerlere gidiyor. Mesela diğer aylarda değil Ramazan’da belediyenin aldığı tedbirlerden biri olarak dilencilerin toplanarak şehir dışına çıkarma faaliyetleri var. Aslında bunların dışarıdan geldiği, yani oranın halkı olmadığı anlaşılıyor. Yoksulluk muhakkak ki insanın farklı bir boyutta davranmasına yol açabilir ama burada yoksulluktan başka bir şey olduğunu görüyoruz. Profesyonellik ve bir meslek olma yanı var, benim anladığım kadarıyla. Belki başka verilere ulaştığımızda onları göz önüne alarak farklı düşünebiliriz ama şu an tespitlerimiz bu.<br />
<br />
17-18. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa’da nüfusun yüzde 10’u, 1736’da Osmanlıda nüfusun yüzde biri dilenciymiş. Bu yılda dilenci olarak tespit edilen 322 kişiden 70’i gerçekten dilenecek durumdaymış. Aynı tarihte Paris’te dilenci sayısının bu rakamın 100 misli olduğu söyleniyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında, modernleşme sürecinde Osmanlıda da tablo değişmeye başlıyor…<br />
<br />
Tarihi dönemlere baktığımız zaman muhakkak ki yoksulluğun ya da toplumsal örgütlenme biçiminin katkısı vardır. Evet, Paris’te dilenci tarikatları diye bilinen dilenci örgütlenmeleri var. Bunlara ait bazı resimler görmüştüm. Ortaçağ Araştırmaları Enstitüsündeydi galiba, bazı resimlerde, betimleyici çizimlerde gördüğüm kadarıyla kolu bacağı olmayan, sanki hayatta kalabilmek için bir şeylerini feda etmiş insanlar. Bu çok doğru. Yine de birilerinden öyle veya böyle bir şeyler aktarabilmenin yolunu bulmuşlar, daha örgütlü bir hale gelmişler. O hayatı anlatan bazı sinema filmleri de var. Biraz yer altı örgütlenmesini andıran ilişkiler içindeki fakirler söz konusudur. Ama bunlar dilenci midir, yoksa buna benzer bir başka bir örgütlenme biçimi içinde midir? Ama dediğiniz doğru. Yani uzun dönemler olarak baktığımız zaman Batıda feodalizmin biraz çözülmeye başladığı dönemde, -çünkü toprak sahibi olmayınca insanlar, ister istemez şehirlere göç ediyorlar- kentleşmenin yavaş yavaş palazlanmaya başladığı dönemde bir nüfus aktarımı var. Belki bu nüfus aktarımı ve artışı biraz kendini dilencilik veya işsiz güçsüz takımı olarak gösterebilir. Ama onlar da tabii bir şekilde loncalarda veya başka yerlerde bir düzen altına konuyor veya onun dışında kalanlar artık belki dilenci oluyorlar. Yani şehre kırsal alandan göç var. Belki bu göçün büyüklüğü böyle bir olguya yol açmış olabilir.<br />
<br />
Osmanlıda bu boyutta bir göç yaşanmadı.<br />
<br />
Osmanlı bu kırsal alandan göçü oldukça uzun zaman denetim altında tutarak engelleyebilmiş bir yapıya sahip. Daha sonraki yıllarda Osmanlı’nın bu merkezi gücünün, İstanbul’un bu kendine özgü yapısının kırıldığı yıllarda, savaş yıllarında, insanların Balkanlardan veya diğer yerlerden gelip kendini büyük şehir olarak İstanbul’a attığı dönemde buna benzer şeyler ortaya çıkmış olabilir. Ama bugünkü Türkiye için bu kadar çok imkânın bir arada olduğu, geniş bir iletişim ve ulaşımın olduğu yerde insanların çaresizlikten dilenciliğe düşmesi garip bir şey. Mesela bunun bence hırsızlık veya buna benzer suçlardaki artışla daha doğrudan bağlantısı olabilir.<br />
<br />
<b>İnsanların içinde bulunduğu zor durumdan faydalanarak onları ağına düşüren, örgütlü, illegal bir yapı olabilir mi? </b>Belki ufak tefek örnekler söz konusu olabilir ama o kadar büyük bir örgüt olsa bu fark edilebilirdi. Bu çocukları uzaktan getiriyorlar, çalıştırıyorlar, dilendiriyorlar. Böyle kendi içinde küçük bir yapıdan söz edilebilir ama bunun bir döneme damgasını vuracak kadar geniş olduğunu sanmıyorum.<br />
<br />
<b>Kapitalist ekonominin örgütlediği bir toplum yapısında, dilenciler, evsizler, yoksullar bu yapılanmanın dışında kalıyorlar. Modernleşme tarihimiz açısından baktığımızda özellikle bu insan grupları modernleşmenin en öteki yüzü mü oluyorlar? </b><br />
<br />
Bir kapitalistleşme sürecine girdiğimiz doğru, yani artık su bile parayla oldu dedirten bir yapıdayız. Eskiden kırsal hayatın bunları emdiğini, bağrında barındırdığını görüyoruz. 50, bilhassa 60’lı yıllardan sonra, kapitalist uygulamaların dışında göçlerin yeni kitleler oluşturmasından bahsedebiliriz. Ama onlar da büyükşehirlerde bir şekilde mevcut düzene ayak uydurmaya hazır kitleler. Gecekondulaşmanın ortaya çıktığını görüyoruz, marjinal sektör diye bilinen işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Bana göre burada nasıl olursa olsun “çalışma” öne geçiyor. Bunun Türk halkına özgü bir şey olduğu da söylenebilir. Yani ne yapıyor ediyor çalışıyor. Ya da İslami boyutları olabilir bunun. Çünkü ben çocukken Edremit’e Yugoslavya’dan göçmen olarak bir grup insan gelmişti. Göçün sebebini bilmiyorum. Aileleri çok büyük bir konağın odalarına yerleştirdiler. Ama bir müddet sonra 7–8 yaşındaki çocuklar annelerinin yaptığı poğaçaları satmaya başladı. Kapı kapı dolaşıp, durumlarını anlatarak dilenebilirlerdi. Ama hemen bir iş icat ettiler.<br />
<br />
Hayat felsefelerinde hayatta kalma tarzı olarak “çalışma” var. Dilenciliğe alternatif olarak… Dilenciliği de sistemin içinde değerlendirmeli o halde.<br />
<br />
Dilencilik çok daha farklı bir insani karakterin yansıması olarak gözüküyor. Yoksa normal olarak insan, hırsızlık da yapıyor. Yani belki de kendince bir sosyal adalet uyguluyor. Yani onun var benim yok, bu nasıl şey deyip çalıyor. Mesele hukuka aykırı ama belki kendi anlayışına göre onun 10 tane vardı, bir tanesini ben aldım diyerek meşrulaştırıyor. Tabii bu hırsızlığı mazur gösterecek bir şey değil ama neticede realite bu. Böylece topluma kene gibi eklemlenmiş oluyor. Bir nüfusun, demografik unsurların topluma eklemlenmelerinin bir parçası gibi dilencilik. Yani bir şekilde toplumdaki üretim tarzının, hayat tarzının içine eklemleniyorsunuz. Belki kimi fuhuş yapabiliyor, hırsızlık yapıyor, kumar oynatıyor… Şehrin kalabalık yerlerinde “bul karayı al parayı” diye küçük kumar çeşitleri vardı. Bunlar hep topluma eklemlenme biçimleri. Bayram yerlerinde, panayır gibi yerlerde muhakkak bu tiplerden birkaç tane çıkardı. Onlar da alavere dalavere tarzında hareket ederek bir geçim temin ediyorlar. Yani ben dilencilik de dâhil olmak üzere buna benzer şeyleri bir şekilde topluma eklemlenme olarak görüyorum.<br />
<br />
Aslında bu yollar, yaşadıkları yoksulluk veya yoksunluk halleriyle bir tür başa çıkma stratejisi olmuş oluyor…<br />
<br />
Marjinal, çizgi dışı, ayak uyduramamış bir kesim olabilir. Bir düşüş yaşamış olabilirler. Yani ailesi zamanında zorluk yaşamıştır ya da çok kötü sosyal koşullar içinde parçalanmış bir ailede, gayri meşru veya gayri ahlaki yollarla doğmuş insanların ayakta kalabilmeleri için bir yol olabilir. Ama toplumun mevcut yasal örüntüsünün dikkate alamadığı, üzerinde çözümler üretemediği bir kesimin, bir nüfus parçasının dilencilik yoluyla toplumla temas etmesi, oradan bir şeyler alması ve topluma eklemlenmesi söz konusudur. Başka biri başka bir şekilde bunu yapabiliyor. Neticede toplumun belli temel ana gidişatı dışında bir sürü yapıp etmesiyle zamana zemine, geceye gündüze göre bilmediğimiz daha birçok yanı var. Bunlar bir şekilde toplumun yasal/resmi çizgisine eklemlenmiş oluyorlar.<br />
<br />
Yoksulların STK’lardan veya devletten yardım alması dilendiricilik olarak değerlendiriliyor. Olumsuz bir anlam yüklenerek buna “sadaka kültürü” deniyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
<br />
İnsanları çalışmamaya itiyorsa, hareketsiz bırakıyorsa, yani bir şey yapacakken yaptırmıyorsa böyle değerlendirilebilir. Ama bu insan istiyorsa birinin de vermesini engellememek lazım. Başka bir deyişle birisinin de elinden, içinden geliyorsa verebilmelidir. Mesela yolda giderken bir çocuğa simidinin bir parçasını veriyor, al ye sen de diyor. Paylaşmayı hoş görmek lazımdır. Biraz önce dediğim gibi bu yolla topluma bir eklemlenme var. Belki burada eleştirilecek yan, bu faaliyeti yaptığımız ölçüde insanları biz çalışmaktan alıkoyuyoruz olmalıdır. Bu insanlar bütün gün oturuyorlar yatıyorlar, ondan sonra bir yerden ekmek, yemek geliyor ya da gidip bir yerde hayır olarak verilen yemeği yiyorlar. Belki bu da bir hayat tarzıdır ama bunu doğru değerlendirmek lazım. Yani bunu bu mülahazalarla topyekûn reddetmemek gerekmektedir. Nihayet toplumun bir kültürü var, bu kültürün bir tarihi var. Bu kültür içinde hayır adına yapılan, iyilikler var. Bu bakımdan da durumu toptan reddetmemek lazım.<br />
<br />
<b>Ne yapmalı, peki? </b>Bu iki biçimin iyi bir araştırmayla ortak noktasını bulmak gerek. Ve bunun bazı hayır kuruluşlarının desteği ile istismara yönelik hal almamasını da sağlamamak lazım. Ama sırf bu hayır kuruluşları belli bir düşünceye veya ideolojiye hizmet ediyor diye düşünüp bu hayrı, yardımı engellememek veya reddetmemek lazım, aleyhine düşünmemek lazım. Nihayet öyle veya böyle bu insanlar topluma eklemlenmiş oluyor. Üretimin dışında kalmış, normal iktisadi çarkın dışında kalmış unsurların da topluma eklemlenmesini reddetmemek, bu durumun önüne geçmemek lazım. Ama bu insanlara iş bulabiliyorsak, işini yapmayıp bu yolu seçiyorsa o noktada müdahil olunabilir. Deniz Feneri dolayısıyla bazı bilgiler elde etmiştim. Bunu iş haline getiren ve her derneğe bir dilekçe yazarak yardım isteyenler var. Dernek yetkilileri gidip durumuna bakıyorlar, ona bir yardım bağlıyorlar veya veriyorlar. O zaman bütün hayır dernekleri arasında bir koordinasyonun olmasının gerektiği ortaya çıkıyor. Vatandaşlık kimlik numarasına göre yapılacak bir değerlendirmede bu kişiler kimden yardım alıyorlar, hepsinden mi alıyor çıksın ortaya. Yardım kuruluşlarının birbirlerine de karşı biraz itimatsızlıkları var. Netice olarak bu tarz eleştirilerin haklı tarafı var ama sırf belli bir ideoloji veya düşünce taraftarıdır diye, belli bir partiye belki yarıyor diye bu faaliyetleri reddetmemek lazım.<br />
<br />
Özellikle kışları aşırı soğuk olduğunda İstanbul Belediyesi evsizleri, dilencileri bir spor salonuna topluyor ve ardından hava düzelince, mesela kar kalkınca da onarı yeniden sokaklara salıyor…<br />
<br />
Hakikaten yardıma ihtiyaçları oluyor. Yani onu siz orada bırakırsanız o günün akşamı donar. Onu iyi yapıyorlar. Şunu düşünmüşümdür hep; bir hazırlık yapıp böyle bir soğukta bunlar spor salonuna toplandığı zaman gidip bunlarla anket yapmak lazım. Bunlar içinde hakikaten aile sahibi olup bir şekilde reddedilmiş ve ya kendisi reddetmiş, kendini inzivaya çekmiş insanlar da var. Bu insan bir aile içine giremiyor, bir ev hayatı yaşayamıyor. Mesela ben hatırlıyorum, bir çıplak adam, bir arsada somya üstünde donmuştu. Demek ki o arsa içinde o somyada yatıyordu o. Ve ne kadar çaresiz ki kalkıp üstüne bir şey alamamış, yataksız, yorgansız yatıyor. Fransa’dayken Paris’te bir televizyon programı izledim. Orada clochard denilen, demin bahsettiğim tipli, dünyayla bütün bağları kopmuş insanlar yaşar. Her metronun, her sokağın, her parkın bir tarafında vardır. Bunlar “1 liran var mı, 50 kuruşun var mı” diye dilenirler. Yok derseniz de hani öyle üstünüze fazla gelmezler. Bunların nerede kaldıkları bellidir. Bunları bir nevi tımar etmek için belediye topluyor. İçlerinde ileri derecede alkol tüketenler de var. Aldıkları parayı şaraba yatırıyorlar. Hatta ben bir hesap yaptım; onların şaraba, içkiye yatırdıkları para, bizim asgari ücretin üstünde çıkıyor. Bunların günde 5-6 litre şarap içtikleri söyleniyordu. Ama bunlar tamamen kopmuş insanlar hayattan. Bunların içinde metro girişlerinde, koridorlarında yatanlar var. Metronun sıcak hava kanallarında yatıp sızdığı için bir tanesinin kuru havadan yüzü şişmiş, cılk yara olmuştu. Bir tanesi 3 ay mıdır, 6 ay mıdır, ayağından çizmesini çıkarmadığı için çorabı cildiyle birleşmiş ve tenine yapışmıştı. Onların hepsini götürdüler. Tedavi ettiler, yemek verdiler, üst baş verdiler. Ve hepsine, gel burada çalış, buraya gelenlere hizmet et diye teklif edildi. İşte sana yatacak yer, işte sana yiyecek yemek dediler. 50–60 kişiden sadece 1’i kaldı. Sonra hepsini yine kendi kovuğuna götürdüler bıraktılar. Öyle bir kategori insan da var. Belki bizim de o toplanan insanlarımızda böyle bir sosyo-psikolojik etkenleri vardır.<br />
<br />
Bizim tarihimizde sufi, derviş meşrepli insanlar var. Bunlar çalışmıyor, sadece insanlara nasihat ediyor, insanların verdiklerini yiyip geziyor.<br />
<br />
Neticede karşılığında bir şey bir hizmet veriyor ve tabii alıyor. Böyle tipler var, fakat bunlar öyle bir şey değil. İfade şuydu: “bunlar intihar edebilecek durumda dahi değiller.” Yani o kadar düşük bir psikolojik durumdalar ki hayatı, ölüm değerlendiremiyor. Psikolojik olarak insanlık onurunu düşünüp, intihar edemeyecek duruma kadar düşmüş insanlar. Yani bu toplananların arasında da böyleleri olabilir. Ama dediğim gibi bir hazırlık olup da hemen o kış birkaç yüz kişi toplanınca, bahsettiğim anket uygulanabilir. Ama ben yine bu konuya ilgi duyduğum zaman Fransa’da yapılan araştırmalara baktım, bunları özel olarak takip etmişler ve belli saatlerde ve belli yerlerde bulunurlar diye rapor etmişler. Mesela sabaha karşı 3-5 arası, artık ayakta duramayacak hale geliyor ve bir yere gidip sızıp uyuyor. Metro girişleri, inşaatlar, gemiler… Mevsime göre de değişiyor. O zaman o insanlarla gidilip mülakatlar yapılmış. Bunların içinde, ‘sans papiers’ (kimliksiz) denilen insanlar var. Hiçbir kimlik belgeleri yoktur, mevzuat önünde resmen yokturlar ama bir şekilde yaşarlar. Mesela öyle insanlar da var bunların aralarında. Yani dolayısıyla bu dilencilik kategorisi içinde belki toplanabilse de çok daha farklı boyutlarda çıkıyor karşımıza.<br />
<br />
Türkiye’de devletin dilencilere, evsizlere yönelik onları zabıtayla toplamak haricinde bir politikası yok. Onlara yönelik sosyal politikalar geliştirilmeli…<br />
<br />
Evet, ama işte bu derekeye düşmüş insanlara bir politika uygulayamazsınız. O yine dışarı atacak kendini, onu bir yere koysanız duramayacak. Dondurucu soğuklar nedeniyle toplanan kişiler arasında bir kadını televizyonda gördüm; bir tekerlekli sandalye üstüne oturtulmuştu. Altı tamamen açıktı, üstünde battaniye türü bir örtü vardı, demek ki idrarını tutamıyordu. Belki bazı aileler de onlara bakamadıkları için, söz konusu ettiğiniz bir desteği alamadıkları için o insanlar sokakta. Belki de zamanında tedavi olsaydı rahatsızlıklarının önüne geçilebilirdi. Tabii bunun gibi, buna benzer insanların belki bir kısmı akıl hastanelerinde yatıyor olabilir. Yani o da ayrı bir kategori herhalde.<br />
<br />
Bizdeki evsizleri konu edinmiş sosyolojik bir araştırma yok sanırım.<br />
<br />
Yok. Benim düşüncemde vardı, bir türlü yapamadım. İşte, soğuk havalarda toplandıklarında hemen gidip bir anket uygulamak ve durumlarına göre araştırmayı sürdürmek gerekir.<br />
<br />
Böyle bir araştırma olsaydı, belki tarihsel algı olarak bizim modernleşme tarihimiz içerisinde bunun nedenlerini değerlendirebilirdik.<br />
<br />
Evet. Ama yok maalesef. Bu insanların ne olduğunu bilmiyoruz. Yani ailelerinden itilmiş oldukları açık. Avrupa’da yapılan çalışmalara baktığım zaman, onların aileleri ile bağı kopmuş, bir nevi terk edilmişler. Veya aile onu itmiş, atmış dışarı. Öylesine yaşayan insanlar var. Bazen bu insanlara bir yerden para geliyor. Kendisinin o insan olduğunu dahi ispat edemiyor. Bazılarının ellerine bir belge verilmiş zamanında, bu şu kişidir diye. Oradan bu parayı alıp yaşamasını sürdürecek ama kimliksiz olduğu için yapamıyor. Bir kısmı belli işler yapıyorlar ama vatandaşlık hakları olmadığı için ‘sans papiers’, yani kimliksiz oldukları için haklarını alamıyorlar. Bu tür tek başına sokaklarda yaşayanlara yönelik araştırmaların muhakkak yapılması lazım. Bir kavram içinde hepsini topluyoruz. Yoksullar, dilenciler, evsizler, bilmediğimiz diğer kategoriler… Özelliklerini, farklılıklarını ayırabilmek ve belki genel çerçeve içinde gözden kaçan yanlarını ortaya çıkartıp çözüm bulabilmek o zaman mümkün olabilir.<br />
<br />
<b>Araştırma olmayınca sağlıklı sosyal politikalar da üretemiyoruz. Dilencilik üzerine yapılan çalışmanın içindesiniz. Dilenciliğe dair sosyal politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz? </b>Benim tahminim, bir yardım yapılsa dahi bunlar gene dileneceklerdir. Çünkü bu meslek gibi bir hayat tarzıdır, geçim yoludur. Mesela Adana’nın bir köyündeki dilenciye yardım etseniz, para da verseniz, iş de bulsanız “Allah razı olsun” deyip köyünde oturmaz. İstanbul’a gelip yine muhakkak icra edecektir dilenciliği.<br />
<br />
<b>Sosyal araştırmacılara ve sosyal politika üreticilerine öneri olarak ne söylemek istersiniz? </b>Önemli bir konu. Hiç olmazsa kategorilere ayırabilmek için çalışmalar yapmak lazım. Yoksulluk, dilencilik gibi topyekûn bir kavram yerine onların zamana, zemine, bölgeye, yöreye veya insani özelliklerine bağlı olarak çıkabilen farklılıklarını ayırıp daha kategorize etmek lazım. Topyekûn bir tanım, topyekûn bir çözüm arayışı getiriyor. Hâlbuki onun içinde çok çeşitli insanlar var. Yani en azından bu gece donmasınlar diye çok soğuk havalarda bu insanlar toplanıyor ama bunların en büyük sorunu tek, yalnız ve izole olmalarıdır. Bunun nedenleri bulunabilir, onlara özel, psikolojik yanı ağır basan bir tedavi uygulanabilir vs. Mesela yine Fransa’da bu yoksullar için yapılan bir şey var. Bizdeki bu inşaatlara koyulan uzun vagon gibi mekânlar içinde merkezler kuruyorlar. Bu insanlar oraya geliyorlar, karınlarını doyuruyorlar, tıraş ediliyorlar, duş yapıyorlar, üstleri başları yıkanıyor veya değiştiriyorlar. Tıbbî bir yardım, destek alıyorlar. Çünkü bunların bir kısmı bazı madde de kullanıyor olabiliyor. Onlara tıbbî destek veriliyor. Ve karınlarını doyurup öbür uçtan çıkıp gidiyorlar. Mesela ben bunu Deniz Feneri Derneğine teklif etmiştim. Ama bu mekânlar nereye konacak, kimlere açık olacaklar?<br />
<br />
<b>Bizde o türde evsizler var mı? </b>Yok. Yani hakikaten oradaki clochard tipinde, saçı sakalı birbirine karışmış insan yok bizde, ya da yok denecek kadar az. Bunlar yukarıda anlattığım merkezlere geliyor, biraz tımar ediliyorlar. Yarası varsa tedavi ediliyor, karnı doyuruluyor, üstü başı değişiyor, yıkıyorlar, öbür taraftan daha adam şeklinde çıkarıyorlar. Mesela bu yapılabilirdi ama nereye yapılabilir ve kimler yapabilir? İşte biz bu en alt kademeyi, yani çok soğuklarda toplanan kategoriyi dahi tanımıyoruz. Biz daha çok yardımlarla bir şekilde temas kurulmuş ve öyle bir hayat tarzını kabul etmiş insanları tanıyoruz. Yardım dernekleri tarafından karınları doyurulan, Ramazanlarda hatırlanan veya periyodik olarak yemek çıkartılan insanları biliyoruz. Ama bunun daha altında olan insanları bilmiyoruz, belki oradan başlayıp adım adım yukarı çıkarak bu konuyu daha sistemli bir biçime sokmamız gerekecektir.<br />
<br />
<b>KORKUT TUNA</b> 1944 yılında Balıkesir’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 1977 yılında Sosyoloji Bölümünde asistan olarak göreve başladı. “Yurt Dışında Çalışma Olayının Sosyolojik Eleştirisi” başlıklı doktora tezinin ardından, 1982’de yardımcı doçent, 1985’te doçent, 1992’de de profesör unvanlarını aldı. Dekanlık görevinden önce Sosyoloji Bölüm Başkanlığı, Anabilim Dalı Başkanlığı, Sosyoloji Araştırma Merkezi Müdürlüğü gibi idari görevlerde bulundu. Prof. Dr. Tuna’nın “Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi”, “Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme”, “Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine” ve “Yeniden Sosyoloji” isimli yayımlanmış kitapları ve çok sayıda makalesi bulunuyor.<br />
<br />
Kaynak: www.dunyabulteni.net </span>h. arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/11288768390097230302noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-43819142728190026972011-02-19T21:04:00.004+02:002011-02-20T19:21:16.716+02:00Sokağın nabzı. Larousse<span class="Apple-style-span" style="line-height: 18px;"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">bir süredir star ana haber'in pek sevilen bir bölümü haline geldi. izlemeyenler için de kısaca özetlemek gerekirse, yoldan gecenlere gündemle ilgili, ya da eski yeni siyasetçilerin isim ve görevleriyle ilgili, devlet kurumlarının isimleri ve ne olduklarıyla ilgili muhtelif sorulardan oluşan bölümü oluşturuyor. alt metnini ise halkın olan bitene duyarsızlığı, ilgisizliği, korkunç (!) cehaleti oluşturuyor. ya, ne çok yaratıcı. o kadar yaratıcı ki haber içersindeki bu röportajlar, emin çölaşan'ın da dikkatini çekmiş, akp'nin aldığı oy oranının faturasının da hesabı, bu gibi durumlara hemen kesilmiş.<br /></span></span></span><br /><span class="Apple-style-span" style="line-height: 18px;"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">söyleyelim, yeni olan bir şey olmadığı gibi, yine belirli kibirlerin ötesine gecemeyen siyasal algının da kendi kendini tatmininden de öte bir durum yok ortada. işin enterasan kısmı ise, söylenmek istenenleri söylemek için bu kadar dolambaçlı yol secmek ve bunun, orijinal bir durum, habercilik olduğunu zannetmek. bu haberi orijinal bulmakla, ülkedeki anti demokratik durumu, ''oyunu kömüre satan vatandaş'' tatmininden öte gecemeyen derin (!) siyasal analizler arasında hiçbir fark yok. olmadığı gibi bu kolaycılık için sokakta, sırtında yüküyle gecen herhangi biri hsyk'yı sular seller gibi bilmeli, adalet bakanını da aklından hiç cıkarmamalı. bilmiyorsa vatandaş, birileri de bir o kadar duyarlı, bir o kadar da bilinçli secmen (!) oluyor. sonra halkın cehaleti üzerine köşelerde neler yazılıyor neler. o soruları yanlış yere soruyorlar, o soruların muhatabı belli.</span></span></span><br /><div><span class="Apple-style-span" style="line-height: 18px;"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br /></span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span" style="line-height: 18px;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">(Kaynak: Ekşi Sözlük)</span></span></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-68833486824689157542011-02-19T14:56:00.002+02:002011-03-21T18:58:32.179+02:00Kaddafi'ye Açık Mektup. Hakan Albayrak<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;">Rejimi değiştirmek için ayağa kalkan Libyalılara "karşı devrimci" diyorsun. "Devrimciler yenilmez" diye kükreyerek halkına kurşun yağdırıyorsun. Anlı şanlı "Halk İktidarı" halkı katliamdan geçiriyor! </span><span class="Apple-style-span" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; line-height: 20px;">Cemahiriye, öyle mi? Halk iktidarı, ha? Her yere artistik resimlerini astırıp halktan seni ululamalarını isteyeceksin, en ufak bir eleştiriye dahî tahammül edemeyip sana yan baktığından şüphelendiğin herkesi zindana tıkacaksın, sonra da "Halk İktidarı'nın miladı olan Büyük Eylül Devrimi"ni korumaktan dem vuracaksın! Sen milleti aptal mı sanıyorsun? Yoksa gerçeklikle irtibatını mı kaybettin? Kendi devrimine ihanet ettiğini, halkın iradesini silindir gibi ezen bir polis devleti kurduğunu fark etmedin mi? Nasıl olur?</span></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;"></span></div><a name='more'></a><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;">Libya'da iktidar gerçekten halkınsa, sen gerçekten halkı veya halkın ezici çoğunluğunu temsil ediyorsan, seni istemeyenler küçük bir "karşı devrimci" azınlık ise, buna inanıyorsan, haydi, seçim sandığını kur da görelim!</span><br />
<div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;"><br />
</span></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;">Tamamen serbest, şeffaf, şaibesiz seçimlerde Libya halkının özgür iradesiyle yüzleşmeye var mısın? "Halk bana ve arkadaşlarıma mecbur değil. Çoğunluk 'Gidin' derse gideriz. Sandıktan kimler çıkarsa biz de onlara tabi oluruz" diyebiliyor musun? Hayır mı? Öyleyse yerin dibine batsın senin halkçılığın!</span></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;">42 yıllık iktidarın boyunca güzel işler de yaptın elbet. Halkın sesine vakitlice kulak verebilseydin, diktatörlüğün için özür dileyip kendini ıslah edebilseydin, Libyalıların hoşnut olacağı bir Libya'nın önündeki engelleri kaldırabilseydin, halk çirkin işlerini unutup seni güzel işlerinle anabilirdi. Ama kibrin basiretini bağladı. Bağlamaya devam ediyor. Devrime ihanet ederek devrim lideri, halkı kurşun yağmuruna tutarak halk kahramanı olmak ne mümkün? İdrak edemiyorsun.</span></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;"><br />
</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;">Belki de çok geç değildir henüz. Sen sürprizlerin adamısın Kaddafi, gel bir sürpriz yap; Hakk'a teslim olduğunu ve halka zulmetmekten vazgeçtiğini ilan et, "Tevbe ediyorum, af diliyorum, helâllik istiyorum" de! Umulur ki halk seni bağışlar ve Rahmân da sana rahmet eder.</span></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;"><br />
</span></div><div style="font-family: verdana, arial, geneva, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 19px;"><span class="yazarmetin" style="font-family: verdana, geneva, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 20px;"><a href="http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=19.02.2011&y=HakanAlbayrak">http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=19.02.2011&y=HakanAlbayrak</a></span></div>h. arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/11288768390097230302noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-23380501451782671882011-02-18T23:33:00.004+02:002011-02-19T14:59:18.088+02:00Otostopçunun hadis rehberi<div><div><span class="Apple-style-span">Amr bin Nafi ile Şeridü'l-Hemedani'nin dayısı Sakif: </span></div><div><span class="Apple-style-span">Veda Haccında Allah Resulü ile beraberdik. Ben yürürken arkamda bir devenin geldiğini hissettim. Döndüm baktım ki Peygamber deve üstünde geliyor.</span></div></div><div><span class="Apple-style-span">- Sen eş-Şerid misin? diye sordu.</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Evet, dedim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Seni bindireyim mi? buyurdu.</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Evet, dedim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Aslında hiç yorulmamıştım. Lakin Allah'ın Resulü ile aynı deveye binmekten bereket umdum. Hemen devesini çöktürdü ve beni terkisine bindirdi.</span></div><div><span class="Apple-style-span"><br />
</span></div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">Enes bin Malik: </span></span><br />
<div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">Allah Resulü harbe çıktığında veya yolculuk yaptığında mutlaka ashabından birini terkisine alırdı.</span></span></div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">(Kaynak: eş-Şafii, Ümm II, 61, 71; Ahmed, III, 168; Buhari, I, 23; Ebu Davud, 486; Nesai, IV, 122-3; İbn Mace, 1402)</span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span" style="font-size: 15.6px;"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br />
</span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span" style="font-size: 15.6px;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 15.6px;"></span></span><br />
<div><span class="Apple-style-span" style="font-size: 15.6px;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 15.6px;"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">(Kaynak: İsbehani, </span></span><i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Hz. Peygamber'in Edeb ve Ahlakı</span></span></i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">, çeviri: Naim Erdoğan, tahric: Yusuf Özbek, 3. Baskı, İstanbul, İz Yayıncılık, 2009, s. 201)</span></span></span></span></div></div></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-33882086034758381792011-02-18T17:56:00.002+02:002011-02-18T17:59:56.727+02:00Fakir çocuklar daha çok içiyor!İstanbul'daki lise öğrencileri arasında yapılan araştırmada, ekonomik durumu çok kötü olan ailelerin çocuklarının daha fazla alkol, sigara ve esrar tükettikleri belirlendi.<br /><br />İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Madde Kullanımını Önleme ve İzleme Büro Amiri Ali Ünlü, Antalya'da bugün sona eren TUBİM Uyuşturucu Konferansı'nda, İstanbul'daki liselerde yaptıkları araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Ünlü'nün verdiği bilgiye göre, Mayıs-Haziran 2010 tarihlerinde İstanbul'daki 28 ilçede, 154 lisedeki 31 bin 272 öğrenciye anket uygulandı.<a name='more'></a><br /><br />Öğrencilerin madde bağımlılığına yönelik araştırmada, ''Hayatım boyunca en az bir kez sigara içtim'', ''Hayatımda herhangi bir türden alkollü içki kullandım'' ve ''Hayatımda en az bir kez esrar kullandım'' cevabını verenlere, madde kullanımına neden olan bireysel, çevresel ve sosyal faktörleri saptamak için sorular soruldu.<br /><br />ORTA GELİR GRUBU<br /><br />Araştırmaya göre, ailesinin ekonomik durumu çok kötü olan öğrencilerde sigara, alkol ve esrar kullanımı daha yaygın. Bu öğrencilerin yüzde 51'i en az bir kez sigara ve yüzde 7'si en az bir kez esrar içtiklerini belirtirken, yüzde 36,3'ü de alkollü içki kullandıklarını ifade etti.<br /><br />Araştırmada, orta gelir sınıfındaki ailelerin çocuklarında esrar kullanımının en az olduğu saptandı. Ailesinin ekonomik durumu çok iyi olan öğrencilerin yüzde 4'ü hayatlarında en az bir kez esrar kullanırken, orta sınıf gelir grubundaki ailelerin çocuklarında bu oran yüzde 2,8 - 3,1 olarak saptandı.<div><br /></div><div><i>Kaynak: AA</i></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-90284463514493810172011-02-16T19:22:00.006+02:002011-03-21T18:59:08.585+02:00Yerli turistler için İstanbul Rehberi 3Tuzla, Avcılar ve Beylikdüzü’nü özellikle bir köşede bıraktım. Tuzla eski Tuzla değil. Güzelleşiyor habire. Daire fiyatları ucuz. Daha mizacı belirginleşmemiş. Avcılar depremden sonra karakter değiştirdi. Depremden korkup bedava fiyatına sattıkları daireleri doğulu insanlar fazla tereddüt etmeden satın aldılar. İmkanı olan zenginler başka semtlere taşındılar. Göl manzaralı evlere 400 lira kira verip, zar zor geçinen insanlar doldu. Aradan bir müddet geçince yeniden eski gücüne kavuşmaya çalıştı Avcılar, ama olmadı. Ne eskisi kadar değerli artık, ne de eski insanlar buradalar. Karakter değişimi Metrobüs’ün Avcılar’a gelmesiyle kemale erdi. Topkapı’da çalışan bir işçi için Avcılar’da oturmak çok münasip artık.<br />
<a name='more'></a><br />
Beylikdüzü… Beylikdüzü de Başakşehir gibi bir zihniyet projesiydi. Ama burada fazla kalamadığım için pek eşip dökmem mümkün olmayacak. Bir dalış yapıp çıkalım, Başakşehir’de dindarların yaptığının bin katını buradaki sünepelerin nasıl yaptığını anlatalım. Halam çarşaflıdır. Ekonomik sebeplerden dolayı, kaynanasına yakın olmak için Beylikdüzü’ne taşındı. Orada öyle bir insan profili hayat sürmekte ki, öyle medeniler ki bunlar, apartmanlarına taşınan bir çarşaflı bayan yüzünden paniğe kapılıyorlar. Çıldırıp kafayı yiyorlar. Apartman yönetimi, apartman sakinleri (sanırım kırk daire) toplanıp bu çarşaflı pisliği korunmuş (vadedilmiş) topraklarından atmak için ortak karar alıyorlar. Bu kara çarşaflı pislik her kimse, onunla karşılaşmamak için yollarını değiştiriyorlar. Sonra halamın Çerkez (ve oldukça zeki) kaynanası -bu övgüler bana içli köfte yaptığı için- apartman sakinlerine çarşaflı bayanın Çeçenistan’dan, savaştan kaçıp gelen mülteci olduğu yalanını uyduruyor. Ve böylelikle apartman sakinleri böğürmelerine bir son veriyorlar. Nasıl bir vahşettir bu anlayabilmiş değilim. Beylikdüzü beton şehridir. Sovyetlerden hemen sonra, deli gibi, sapık gibi, kullanışsız, şekilsiz, insanı korkutan yapılar inşa edilmiş ya hani Rusya’da, sırf gövde gösterisi için. Burası da aynen öyle. Gri, soluk, donuk, beton… Şekilsiz yapılar, yüksek yapılar, her şey köşeli, her şey sert. Bir görmemişlik söz konusu, bir salaklık…<br />
<br />
Gelelim Fatih’e. Fatih marka yaratan bir yerdir. Ticari hayatı saymazsak Eyüp’le birbirine benzerler. Fatih’in iki büyük markası, biri Çarşamba, diğeri Balat. Çarşamba’yı kıyas yapacak bir yer yok. Terziler yoğunluktadır. Çünkü oradaki giyimi, talebi karşılayacak başka bir mekân yok. En iyi para kazananlar terziler ve pastaneler. Bir yerde tatlı çok tüketiliyorsa (tulumbadan bahsetmediğimi anlamışsınızdır) orada hayat rahattır. (buranın fakirleri de rahattır) Herhangi bir pastanenin önünde birkaç saat takılmak hayret verici verilere ulaştırabilir. Çengelköy’de bir markadır. Üsküdar’ın onlarca markasından biri. Ümraniye’nin kalabalığından geçip Çengelköy’e ayak basarsanız, yani yukarından aşağı doğru bir güzergah çizerseniz, o sınır çizgisinden sonra bir rahatlama hissedersiniz. Bu, beylerbeyi tarafından gelince anlaşılamaz. Çünkü Beylerbeyi’de rahat bir yerdir. Çengelköy’ün güzel yerleri vardır, kötü yerleri vardır. Tepede garip evler vardır mesela, bunların yolu yoktur. Çimenlerin arasından taş dökerek yol yapılmıştır. İlginçtir. (Öğretmenlere tüyolar: Sonra Üsküdar İmam Hatip lisesi vardır. İmamhatipli çocukların kalem almak bahanesiyle sigara içebildikleri kırtasiye vardır.) Çengelköy’deki sahili saymazsak, zaten biliyorsunuz, Üsküdar iskeleden ta Beykoz Paşabahçe’ye kadar kıyı şeridi villalarla doludur. Beykoz’a geçmeden Balat’tan da bahsedelim. Unutmayalım. Balat, bizim camianın yakışıklı fotoğrafçıları sayesinde aşina olduğumuz bir yer. Fotoğraf çekmek için güzel bir yer olduğu doğru, ama sadece Balat fotoğrafı görerek yaşayıp ölmemizi istemezsiniz değil mi? Size de bir tüyo vereyim, Bican Efendi Sokağı vardır, İcadiye’de. Ekşi Sözlük çocukları buraları iyi bilirler ama İhl Sözlük çocukları bilmezler. Niye olum, gidin gezin. Buraları görmezseniz olmaz, ibareyi çözemezsiniz. İbare demişken, Çarşamba’nın çay ocaklarında okey oynayan bir yandan da Mülteka ibaresi çözen çocuklar vardır… Balat diyorduk… Burası çok önemli! Büyük firmalar tarihi yapıları, eski evleri almak için atağa geçeli çok oldu. Rantçılar tarafından Balat’ın sahilleri kapışıldı çoktan, acele etmenize gerek yok. Burada büyük değişimler olacak muhtemelen. Balat’ın insanları oradan siktir edildiğinde buralar salt zengin İslamcılara kalacak. Ve hükümete yalakalık yapan liberallere... Şuan hiçbir şey görünmüyor. Gidip gezerseniz, çingeneler, keşler, camdan cama küfür eden ablalar görürsünüz. Bilindik manzaralar yani. Ama mesele öyle değil. Taşlar yerinden oynamaya başladığı zaman, ellerinde evraklarla ortaya çıkan kodamanlar olacak. Balat sahilinin işkembecileri meşhurdur. Ehli keyf adamlar işkembe için (işkembe öyle her yerde içilmez mirim) buralara gelirler. Eğer siz de bir gün kro bir mafya olursanız, işkembe içmek için Balat’a gelmeniz gerektiğini unutmayın. Sıradan bir yere gitmek olmaz. Evet, mafyalar ve mafya çakmaları buraları severler…<br />
<br />
Balat’a kısmen benzeyen Kadırga vardır bir de. Ama Kadırga çözemediğim bir yerdir. Anlayamadığım. Kadırga’da yaşayanlar kimlerdir? Ne yaparlar? Balat’takileri gibi hayatlarını sokakta yaşamadıkları için anlamak zor. Bilen varsa anlatsın lütfen. Sultanahmet’in ihtişamının ardında, o kalabalığın curcunanın ötesinde, yüzünüzü sahile, kadırgaya dönüp sokaklara dalarsanız butik otelleri, şirin hotelleri görürsünüz. Sirkeci ile Gülhane arasındaki onlarca otelleri tercih eden turistlerle buraları tercih eden turistlerin arasındaki farka ikna olabilirsiniz. Daha ekonomik bir yer arayan, saçıp savuracak kadar parası olmayan turistler geliyor sanırım buradaki otellere. İnternetten ucuz otel ararken buradaki şirin butik otelleri buluyorlar. Küçük işletmeler zaten işlerini genelde internetten alıyorlar. Fakir turistler ise, ki onlar aslında turist değil gezgindir, çok daha farklı çareler buluyorlar. Bu otellere hayatta para ödemiyorlar. Ev gibi döşenmiş butik otellerin girişinde bir ya da iki bilgisayar bulunur. Konaklayanlar isterlerse buradan nete girebilirler. (yanlarında pek laptop taşımazlar.)<br />
<br />
Beykoz’da dindar ailelerin ve içkicilerin aynı apartmanda problemsizce yaşadığını, Paşabahçe’yi, Anadolu Hisarını’nın sessiz sakin hayatını, Küçük Su’daki sabaha kadar açık olan dürümcülerin müşterilerini anlatmak gerekiyor. Karagümrük’ü, İkitelliyi, Güneşli’yi, Haznedar’ın bilişimci çocuklarını, Merter’in giyim ve tekstil piyasasınından bahsetmek gerekiyor. Gayrettepe ile Galata Deresi arasındaki tezada dikkat çekmek gerekiyor. Bahçelievler’i, Beşyüzevler’i… Menekşe sahilleri neden terk edilmiştir, Büyükçekmece sahillerinde yaşayanlar kimlerdir, sormak gerekiyor. Eminönü’nün Fatih’e katılması kimin işine yaradı, kimler bir şeyler cukkaladı, asıl amaç neydi bunları araştırmak gerekiyor. Daha Koşuyolu’na Acıbadem’e hiç değinmedik, Erenköy camisinin bir düzine kalmış yaşlı amcalarını yâd edemedik. Kağıthane’nin bitip tükenmeyen merdivenleri… Eskiden Hadımköy diye bir yer vardı… İstanbul’un görünmeyen yüzünü de aralamak gerekiyor, Kumburgaz, Selimpaşa, Silivri… Pendik’in köyleri var daha, Şile’nin dağ köyleri, bir yanda gerçek köylüler bir yanda köy havasına koşup gelmiş villalar. Bunların hepsini anlatmak çok uzun sürer. En iyisi gezmek. Gezip görmek…Unknownnoreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-4320140357018513732011-02-15T14:10:00.002+02:002011-03-21T18:59:19.256+02:00Türk halkının günahları<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><b>Particularism</b>: Kısaca hemşericilik veya akrabacılık diyebiliriz. "Biz bize benzeriz" düşüncesidir. Bunun günah olduğunu ABD-AB Liberal Kapitalist Bilim ve Siyaset Üst Kurul'u buyuruyor. Akrabalarınız şehir dışından gelip sizde kaldığında kaldıkları günün kirasını alın diyorlar. Abim eşi ve üç çocuğuyla gelip bir hafta bizde kalsa adam başı onar liradan 350 lira gelir elde ederiz. Üst Kurul, masrafları çık, vergini öde, Rantiye ve IMF kazansın da diyor gerçi. Böylece 200 lirası kâr olsa, yüzde 50 vergi ödesem, Rantiye ile IMF 50/50 bölüşseler, abim ailesiyle bir hafta bizde kaldığı için her biri 50 TL kazanmış olacaklar. Ben particularism yapmak istiyorum ama. IMF ve Rantiyeye gelince, bir 50 TL çalışır. Fazlasını isterlerse kaçırmaya başlarım. Ne kaçırıyorsun derseniz: Vergi, kız, gümrükten mal, mazot, eşeğin...<br />
<b></b><br />
<a name='more'></a><b>Linç</b>: Taraf ve Radikal gazetelerine göre Türk halkı linç seviyor. Mahalle arasında, köşe başında durup durmaktan sıkılan Türk gençleri Alman işçilerin yaşadıkları binaları kuşatıp kundaklıyor ve çıkışları da kapattıkları için yabancı işçiler aileleriyle yanarak can veriyorlar. Türk polisi de linçe katılmak arzusunda olduğu için, doğru dürüst soruşturma yapmıyor, MOBESE'ler karartılıyor ve linç sever Türk gençleri kaçıp kurtuluyor. Aradan bir iki sene geçince tekrar yapıyorlar bunu.<br />
<br />
<b>Tecavüz</b>: Her Türk tecavüzcüdür. Eskiden sadece Türk erkekleri tecavüzcüydü. Artık Türk kadınları, Türk çocukları, Türk eşekleri, Türk itleri de tecavüzcü oldular. Mesela Mart ayı gelince Türk kedileri dama çıkıp tecavüze başlıyorlar.<br />
<br />
<b>İhtiras Suçları</b>: Dünyada karılarını en çok öldüren erkekler Türk erkekleri zaten. Ama psikiyatr raporu alarak gözetim altında tutulup sonra da bırakılıyorlar. Türk düşünürü Althusser karısını öldürdü ama hatırlamıyor.<br />
<br />
<b>Irkçılık</b>: Afrika kökenli vatandaşlar hala ikinci sınıf. Başkan Kennedy'yi bu yüzden öldürdük. Adamcağız Afrika kökenli vatandaşların da otobüslere binebileceğini düşünüyordu. Dallas'ta derin devletimiz sıktı adama. Hala Afrika kökenli vatandaşlara daha az ücret ödeniyor. Afrika kökenlilerin mahallelerinde suç oranı yüzde 34, lise bitirme oranı yüzde 21.h. arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/11288768390097230302noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-30241617227097634922011-02-12T23:24:00.006+02:002011-03-21T18:59:27.503+02:00Popülist sosyoloji tartışmaları-2 (18 Şubat Cuma 6 Buçuk)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">İlk toplantının notlarını müstakil bir yazı</span></span><span class="Apple-style-span" style="font-size: 15.6px;"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">, bir çerçeve yazı olarak </span></span><i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Fayrap</span></span></span></i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">'a yazmayı düşünüyorum. Ama burada şunları kaydetmekte yarar var. Türk toplumu üzerine faşisttir, ırkçıdır, şöyle "öteki"leri vardır, böyle "öteki"leri vardır, militerdir, linç kültürü egemendir, erkek egemendir, ileri derecede ayrımcıdır, kayırmacıdır, duyarsızdır, ahlaksızdır gibi pek çok kalıba </span></span></span><i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Radikal</span></span></span></i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"> ve </span></span></span><i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Taraf</span></span></span></i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"> gazetelerinden aşinayız. Amaç belli odak noktaları üzerinden bunları sınamak, diyelim Türk halkı arasındaki "ayrımcılık"ın ne türden bir ayrımcılık olduğunu ve sınırlarını, nerede başlayıp nereye kadar uzandığını, nereden öteye geçmediğini görmek. Kürt komşunun evi yanıyor, söndürmeye koşar mısın? Alevi kiracına kumpas kurdular, evinde saklar mısın? Saklayan da ihbar eden de oluyor, bunu biliyoruz. İşte bu gibi hikayeler. </span></span></span><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Bıçak nerede kemiğe dayanıyor?</span></span></span></span><br />
<div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"></span></span></span><br />
<a name='more'></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Bir insana kavminin ismiyle, bilmemne oğulları diye seslenmeyi bile yasaklayan bir din kültürü ve ahlak bilgisinin olduğu bir yerde Batı Avrupa'yla aynı mı olur her şey? Tam ters uca savrulmayalım, tamam, mutlak bir güzelleme yapmayalım. Belli odak noktaları tespit edip, örneğin ağır Türkçü bir abi ucuza Kürt işçi çalıştırıyor, bu adamın milliyetçiliği nasıl bir şey? Ya da akrabaya yardımla akrabaya kıyak nerede nasıl ayrılıyor? Buna benzer şeyleri </span></span></span><a href="http://www.filizkitabevi.com/yazar/77/do%C3%A7-dr-murat-%C3%B6nderman"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Murat Önderman</span></span></span></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">'dan okuduklarımız -tersten de olsa- düşündürdü, tartıştırdı ilk toplantıda.</span></span></span><br />
<div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Toplantıdaki bir başka konu da, Kastamonulu ile Çankırılının farkıydı. İşte bir özcülük daha. Ama bütün Kastanbolular... Evet, tabii, iyisi de var, kötüsü de.</span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Toplantıdaki konuşulan bir başka husus da sokağa çıkıp birtakım kilit sorular soralım insanlaraydı. Star muhabiri Osman Terkan'ın yaptığı "Sokağın Nabzı" gibi. Terkan, halk düşmanlığıyla halk sevgisi arasında gidip geliyor gibi. Şaban müzikleri koyuyor arkaya mesela. Ben sadece birkaçını izledim. Wikileaks, bayramlarımız, İstiklal Marşı haberleri. Fikir iyi. Emin Çölaşan bu haber videolarına atıfla halk düşmanlığını konuşturan bir yazı yazmış. İşte Eminönü, Taksim... Mecidiyeköy de dünyanın bir başka merkezi. Bunlar da olacak, belki ayrı bir grup sokağa çıkacak, bir grup teori yapacak. Böyle değil tabii. Teoriye ihtiyaç bırakmayacak fotoğrafları arıyoruz. Teori olarak olay. Bak sen.</span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Teori demişken, bir yandan popülist tarihçilere, </span></span></span><a href="http://www.idefix.com/kitap/gundelik-hayatin-kesfi-1-michel-de-certeau/tanim.asp?sid=K4S6Q8JVQH0H1WU6311G"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">De Certeau</span></span></span></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">'ya, </span></span></span><a href="http://www.idefix.com/kitap/ingiliz-isci-sinifinin-olusumu-e-p-thompson/tanim.asp?sid=JH54MP7BZ52LDDMGQPG7"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">E. P. Thompson</span></span></span></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">'a da sıra gelecek okumalarda. Şimdilik popülist sosyologlarla, popülist kültür tarihçileriyle devam edeceğiz. Ahmet Hamdi okuyacağız mesela. Acelemiz yok. İki haftada bir, bir sene sonra bakmışız ki pek çok şey tartışmışız, düğümler çözülmüş, Türk toplumuna bakarken liberallerle, seçkincilerle, halk düşmanlarıyla hangi noktalarda ayrıldığımız daha bir net tespit edilivermiş. </span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Velhasıl, şimdi Doğan Ergun'la devam ediyoruz, </span></span></span><i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Türk Bireyi Kuramına Giriş.</span></span></span></i><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"> Daha doğrusu bu kitap üzerinden yüzü Türkiye'ye bakan popülist bir sosyoloji, yerli ve halkçı bir sosyoloji imkanını tartışacağız yine. Daha da doğrusu bu kitabın böyle bir sosyolojiye katkısını tartacağız. Kitabın eski baskısı Gerçek, Fethi Naci, yeni baskısı İmge Kitabevi. (</span></span></span><a href="http://edebiyatahmetyildiz.blogspot.com/2009/07/dogan-ergun-ve-turk-bireyi-kuramna.html"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Ahmet Yıldız'ın kitap hk. bir yazısı</span></span></span></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">) Kitap 80lerde, Özalllı yıllarda yazılmış. Aman Türk insanı bireyci olamaz kamucudur, KİTlere dokunmayın, özelleştirmeye kalkışmayın, bu neo-liberal politikalar burada tutmaz demek için. Türk toplumuna ilişkin bir tespitler bütünü hep bu tartışma bağlamında değer kazanıyor kitapta. Bir sosyolog Doğan Ergun, bir Türk sosyologu. Liberal ya da bireyci de değil ayrıca. 18 Şubat Cuma. Altı buçukta dernekte.</span></span></span></div></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-15254770447369100102011-02-12T10:18:00.001+02:002011-03-21T19:00:33.876+02:00Popülist psikoloji ve popülist şiir bugün dernekte<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>Melek popülist psikoloji derslerine devam ediyor. Saat 14-16 arası. Ben de bugün klasik kavramından söz edeceğim. Gelenler kendi hazırladıkları klasikler listelerini okuyacak; klasik, kadim, gelenek, kanon kavramları hakkında konuşacağız. İlk günlerdeki teorik yorgunluğu biraz aştık. Dersler sıkıcı olmaktan kurtuldu biraz. İki saat soyut konuşmak hem benim için hem dinleyenler için yorucu oluyordu. Şimdi biraz daha pratik alandayız, aslında teori dediğimiz de pratiğin sorunlarının giderilmesi çabası değil mi.h. arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/11288768390097230302noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-41809550421464239962011-02-10T21:46:00.004+02:002011-03-21T19:00:09.772+02:00Leyla ile Mecnun<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>İyi dizi. Senaryosu Burak Aksak'a aitmiş. Özellikle söylüyorum çünkü metin çok başarılı. Zekice yazılmış bir metin ama zeka gösterisi yok, şaşırtıcı bir akış var fakat ukalalık yok, Senaristin ve kadronun kalan kısmının gündelik hayatın ayrıntılarına vakıf olduğu, halkı tanıdığı, en önemlisi de sevdiği hissediliyor. Popülist mi? Evet. Komik mi? Evet. Sanatlı mı? Sanatlı. Ali Akay iyi. Kız da iyi. Daha ne? Devamını görelim.<br />
<br />
<a name='more'></a><br />
Haa bu arada yönetmeni Onur Ünlü. Meraklısı olanlar vardır. Biz filmlerini çok beğenmemiştik. Dizi film denemesinde başarılı. Filmlerinde bulamadığımız bütünlük burada mevcut. Haluk Bilginer ve Şebnem Dönmez'le Nerede Kalmıştık isimli dizide başarısız olmuştu. O dizi de filmleri gibi jestten ibaretti çünkü. Bu pek öyle görünmüyor. Kısaca bu iyi.melek arslanbenzerhttp://www.blogger.com/profile/00037490727311010329noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6414855951564471013.post-61459565766141169152011-02-10T03:14:00.015+02:002011-03-21T18:59:53.855+02:00Popülist sinema, bugün.<div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>İki hafta önce yani "Popülist Sinema" programının ilkinde Lütfi Akad'ın yazıp yönettiği <i>Gelin </i>filmini izledik. Bu hafta yine Akad'ın <i>Düğün </i>filmini izleyeceğiz. Ondan sonraki programda da <i>Diyet</i>'i izleyerek, Akad'ın <i>Gelin-Düğün-Diyet</i> şeklindeki tematik üçlemesini tamamlayacağız. Peki neden bu filmleri izliyoruz. Bunlar herşeyden önce iyi filmler. Hem hikaye olarak hem de teknik olarak iyi. Bunun ötesinde ise halkın yaşayışını dolaysız, gerçekçi bir biçimde ele alan popülist filmler bunlar.</div><div><br />
<a name='more'></a></div><div>Biraz da ortamdan haber verelim. Mehmet Ali geçen hafta film bittikten sonra Melek'in pek katılmadığı bir yorum yaptı. Lütfi Akad'ın halka, "tüccar olmayın, işçi olun" mesajı verdiğini söyledi. Filmin sonundaki sahne daha derin anlamlar aramaz, sadece diyalogla yetinirsek tam da bunu söylüyordu. Melek ise Lütfi Akad'ın hiçbir zaman filmlerinde solculuk yapmadığı, reçeteci olmadığı yorumuyla karşı çıktı buna. Mehmet Ali bu yorumu yapmadan önce ben de Melek'in argümanıyla meseleye yaklaşıyordum ama o zaman uyandım. Melek'in yorumu hala doğru. Ama bu Mehmet Ali'nin söylediğini geçersizleştirmiyor. Mehmet Ali'nin yorumu önemli ve iyi ki hep birlikte izlemişiz. Çünkü film hakkında yapılabilecek, izleyenler bilir, aklımıza ilk seferde gelmeyen ama aslında en basit ve doğru yorum o. Ama geri kalanımızın aklına gelmedi. Çünkü iki tür filme alışığız. Film ya mesajını bağıra bağıra verir ve bu filmler genelde kötüdür, didaktiktir, reçetecidir. Ya da mesajını sanat dolayımıyla verir ve onu anlamak için biraz ince izlemek gerekir, biraz da sinema sanatından ve başka şeylerden anlamak. Ama Akad'ın filmi ikisi de değil. Yani hem iyi hem de mesajı çok açık. Evet solculuk yapmıyor ama işçi olmayı övüyor. </div><div><br />
</div><div>Her programı bir filmin baştan sona izlenmesi şeklinde düşünmüyoruz. Filmin sadece pasif birer izleyicisi olmayacağız yani. Film aralarında konuşuyoruz mesela. Ama zenci sineması gibi düşünmeyin. Yani oyuncularla konuşup, soundtrackte dans etmiyoruz elbette. Amerika'da siyahlar kendi sinema salonlarında öyle film izliyorlarmış. Yani biraz karnaval havasında. Kültürel, sosyolojik birşey. Aidiyet duygusunu pekiştiriyorlar böylece. Birbirlerine şşştt demeyip, nasıl film izleniri öğretmiyorlar. Mesele de tam olarak film izlemek değil orda zaten. Neyse hasılı öyle yapmayacağız biz. Filmin anlaşılmasını güçleştiren birşey olarak yapmıyoruz bunları. Daha ziyade filme, gelip yerleşebileceği daha genel, hayata topluma sanata bakışın bir parçası olarak yaklaşıyoruz. Bu bağlamda ileriki programlarda filmlerden belli sahneleri seçerek, ya da iki filmi karşılaştırarak birşeyler de izleyebiliriz. Bunu biraz da katılanların motivasyonu ve fikirleri belirleyecek. Ama Akad'ın filmleri parçalayarak izlemeye pek uygun değil. O yüzden baştan sona izliyoruz. Maksimum 90 dk. sürüyor film. Tartışma, ön konuşma derken 2 saati bulabiliyor bazen. Ücretsiz. Giriş serbest. <b>10 Ocak Perşembe (yani bugün) saat 18.30'd</b>a dernekte.</div>Anonymousnoreply@blogger.com0