Ana içeriğe atla

Kitap okuyarak mı popülist olacağız?

Turgut Özal
1920 Ankara'sının veya daha kötüsü 1860'ların Rusya'sının halkçılığına takılıp kalırsak evden sokağa çıkamayız, kimseye de zerre kadar faydamız dokunmaz. Popülizm bizler için bulunduğumuz yeri keşfetmenin ve o yeri yeniden icat etmenin bir yolu olmalı aynı zamanda. Kimlik politikaları tarafından yıldırılmış, ılıştırılmış, sindirilmiş orta sınıflara na-mensubiyetimizi kararlı bir şekilde ortaya koyduktan, bir başka deyişle kafa kaadımızın kimlik hanesini sahiden olduğumuz ve inandığımız esaslar (Müslümansa Müslüman, komünistse komünist) dışında boşaltarak, bizden başka kim var ve ne oluyor gibi daha ilişkisel, dolayısıyla ahlaki ve sonuç itibariyle hayati soruları teker teker sorup cevaplama aşamasında bize daima yardım edecek popülizm. Kim olduğumdan eminim zannedersin ama dünya çapında yapılan küçük bir ayarlama hayatını, hatta aklını alır. Sen de bana ne oldu der durursun. Yoksulluk görmesen de yoksun kılınabilirsin ve kendinden yoksunluk ise yoksulluktan daha fena bir şey. Yiyeceğini zor bulan biri kim olduğunu bilmeyene göre daha mutludur. Bunu bir düşünelim.

Sadece kitap okuyarak veya kültür edinerek, halk kültürünü saygıyla selamlayarak veya halk kültüründen esinlenip sanat eserleri ortaya koyarak popülizm vazifemizi tamamlayamayız. Ama 1920 veya 1860'ta değil 2010'da Türkiye'de, genellikle İstanbul'da olduğumuz idrakine ulaşmamızda okumak ve yazmak da rol oynayacaktır. Bunları okuma yazma zevkiyle değil gerçekle donanma kastıyla yaparsak daha çok şey çıkarabiliriz bu araştırmalardan. Mesela "günlük hayat politikaları" hem düşünce açısından yeni ve önemli bir başlık, hem de bizzat günlük hayat içinde yapmamız veya yapmamamız gerekenler konusunda bir hayat dersi de olabilir. Michel de Certau veya Paul Ginzborg bize önder olabilecek kişiler değil. Fakat bu tür yazarlardan edinilecek çok şey var.

Dün akşam, ne zamandır kafamı kurcalayan bir meseleye, popülizmle iktidarın oyunlarını nasıl ayırt edebiliriz, ki leğendeki kirli suyu dökerken bebeği fırlatmayalım meselesine Paul Ginzborg okurken bazı yarı cevaplar buldum. Popülizmi Ginzborg olumlu anlamda, tam Türkçesiyle halkçılık olarak kullanırken; kliyentalizm ve patronajdan söz ediyor. İktidarın kendisine bağlılığı desteklemek, yeniden iktidar olabilmek ve muhaliflerini sindirmek için yandaşlarına kamu kaynaklarını kullandırmasına kliyentalizm deniyor. Türkçesi himayecilik. Yani bir parti hükümet veya belediyeyi ele geçirince normalde herkese ait olan kamu imkanlarını akrabalarına, seçmenlerine peşkeş çekiyor ve bu popülizm değil kliyentalizm oluyor. Türkiye'de bu tür politikalara genellikle "popülizm" deniyor, ama "yandaş" kelimesi de ayrıca kullanılıyor tuhaf bir şekilde. Popülizmin tek yandaşı tüm halktır. Zaten burada ayrımlara giderseniz, halkın bir kesimini halk, başka bir kesimini başkaları (namı diğer öteki) diye koyarsanız faşizme saplanıyorsunuz demektir. Himayecilik, kadrolaşma, peşkeş çekme, torpil vb. politikalar rasgele ve az yapıldığında yapanların kişisel kokuşmuşluğu olur; ama uzun vadeli hükümet, yerel yönetim politikası haline gelirse halkı bölecek ve çatışma nedeni olacaktır. Ki Türkiye'de CHP yandaşçılık, himayecilik, torpilcilik, kadrolaşma, patronaj gibi politikalarda bugün muhalefette iken bile etkili olmasını sağlayacak çok uzun ve günahlarla dolu bir tarihe sahip. DP-AP-ANAP toplamı CHP'nin onda biri etmez. Çünkü yandaşçılığın, himayeciliğin şahı Türkiye'de bürokrasidir ve bürokrasi Türk sağının eline yeni geçiyor. Bundan sonra sağ politikalardan korkulmalıdır, en azından korkulabilir. Fakat bundan öncesi için "Ortanın Solu"nun vesayeti, himayeciliği, biatçılığı, kadroculuğu Türkiye'de ekonomik ve sosyal hayatın karakterini belirlemiştir.

Diğer terim patronaj. Buna himayecilik, vasilik, vesayet denilebilir. Popülizmle vesayet Türkiye'de halkçılık adı altında sürekli karıştırılıyor. Halkı çocuk, kendini ebeveyn yerine koyanlar halkçılığı batıra batıra bugüne getirdiler. Alay edilesi bir budalalık halindedir halkçılık bugün. Halkçılıkla ilişkisi yok denecek kadar az olduğu için bu böyledir elbette. Halk diyor adam ama kastettiği kendi ideolojik çevresi. Yani bir vilayet, bir mezhep, yahut bir partinin seçmenleri veya sempatizanları. Bazı partilerin 300 kişiden ibaret "halkları" var. Oysa halk nüfusu nüfusun ezici çoğunluğu olmalıdır, halkın gerçek ve değişmeyen anlamı budur. Proje ve fikir de dahil hiçbir şey üretmek zorunda olmayan kişiler dışında herkes şu veya burada, şu veya bu kadar, şu veya bu gruba nispetle halktır. Büyük bir şirketi yönetenler veya bir bakanlıkta veya kuvvet komutanlığında önemli mevkide bulunanlar bile iş ve fikir üretmedikleri halde işsiz kalacakları ihtimali kadar halktırlar. Bir albay mesai saatleri dahilinde üniformasını çıkarıp kafasına göre gezmeye gidemez. Bu durumu onu halktan biri yapmasa bile çok yaklaştırır. "Bıktım çalışmaktan" diyebilecek herkes halk olmaklığın zevkinden (ki o da acıdan zevk almak anlamındadır, acıdan alınan bu zevk bizi hayatta ve motive kılar) nasiplenmiş demektir. Yoksa öbür türlü her insan bir diğerine göre imtiyazlı veya iyi durumda olabilir. Şu dakikada benim bir işim yok, böylece ailelerinden harçlık alan öğrenci arkadaşlara göre bile olumsuz durumdayım ama yarın yeni bir işe başlarsam madunların, işsizlerin, öğrencilerin, asgari ücret çalışanlarının çoğunun önüne geçmiş olacağım, ekonomik olarak. Bu dalgalı durumu toplum çoğunluğu yaşar. Hayatında en az bir kere düşüp kalkan herkes halktır. Ruyi zeminde Firavun gibi yaşayanlar dışında herkes genel halk kapsamı içindedir. Ama bazı kesim ve gruplar kendi kişisel veya grupsal çıkarları genel halk çıkarlarına ters olduğu için, halkın iyiliği ihtimaline de karşı çıkarlar. Çünkü dağdaki çobanın oy kullanması politika ve seçimler bakımından her birimizi sıradanlaştırır. Köylünün evine televizyon ve buzdolabı alması (kapitalistleri zengin etmekle birlikte) kent nüfusunu sıradanlaştırır. Ama aynı çoban ve köylü, çocuğunu okutursa, asıl o zaman sahip olduğumuz ortalama ayrıcalıklar (mesela Beşiktaş taraftarı olmak bile) güme gidecektir. Zaten Beşiktaşlılık bunun için ayrıcalıktır. Zaten bu yüzden bir gün herkes Fenerbahçeli olacaktır. İkisi de sadece temenni, ikisi de sadece davranış tarzı. Sonuçta çoğu aynı durumda insanlar. Bazıları farksızlıktan, sıradanlıktan mutlu olurken, bazıları da aynı sıradanlık içinde sözde fark yaratma yolunu tutuyorlar. Bu yüzden de Fenerbahçe stadı Fenerbahçeliler tarafından, diğerlerinin stadı Fenerbahçelilerin vergileriyle devlet tarafından yaptırılır. Spor sadece bir gösterge tabii, fazla abartmamak lazım. Ama Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar'ın Galatasaray üzerindeki patronaj ve kliyentalizmi de unutulacak gibi değil. Ecevit'in Zonguldak, Erdoğan'ın Rize, Demirel'in Isparta kliyentalizmleri gibi...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Milli Savaş Hikayeleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Savaş Hikayeleri'nde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele günlerinde gerçekleşen bazı trajedik olayları okuyuculara aktarıyor. Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ıstırap dönemi olmuştur.  Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor. Yazar genelde  Ege bölgesinde meydana gelen olayları ele alıyor.  Özellikle,  Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor. Kitapta bulunan    bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka  yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Akbaba köyü 35 numara

Star tv'de yaklaşık bir ay önce başlayan, projesi Durul Bazan'a ait Gecekondu isimli program seyirciye yeni bir konsept sunuyor. Önceden yazılıp hazırlanmış bir metni olduğundan şüphe duyduğumuz Gecekondu programı güncel olaylara ve konulara eleştirel, saldırgan hatta kimi zaman anarşist bile diyebileceğimiz bir yaklaşım içinde. Zeynep Beşerler gibi süzme elitist, dünyada ne olup bittiğinden habersiz konukların dumura uğratıldığı bu absürd komediyi izlemenizi öneriyoruz. Çevrecilikten, Medyaya "steril" bir takım proje ve yaklaşımların üzerine limon sıkan bu yeni popülist dizi risk alarak ve cesaretle absürdün, politiğin, gündelik hayatın, komedinin ve ironinin sınırlarında dolaşıyor. Cuma gecesi 00.30'da yayınlanan diziyi aynı saatlerde talk show yapan disko krallarının, gece kuşlarının, aştürk baraş'ların izleyip feyz alması hatta belki utanması umulur...

Müslüman Tanrılar

Birkaç sene önce aile dostumuz olan bir adamın şirketine bir iş yapmıştım. Paramı üç gün içinde almam gerekiyordu. Ama adam paramı vermemek için takla atıp duruyordu. Üç gün, beş gün, on gün derken bir buçuk ay geçti. En az on defa gittim geldim adamın yanına. Ve o sıralar hiç param olmadığı için yürüyerek gidip geliyordum. Ya yerinde olmuyor, ya tatile gitmiş oluyor, ya da paranın bir kısmını verip beni postalıyordu. Sonunda, efendiliğimi bozmadan, bu işin bu şekilde olmayacağını, paramı almam gerektiğini bu işin böyle uzamasının doğru olmadığını söyledim. Aynen böyle, bu şekilde. İşte o an olan oldu, adam köpürdü birden. Nasıl ben böyle bir şey söyleyebilirmişim, zaten bu işi çok daha ucuza yaptırabilirmiş, bana yardım olsun diye bu işi bana vermiş, yeğeni falanca çocuğa baksaymışım ya o terbiyeli çocukmuş hiç böyle şeyler söylemezmiş, ben nasıl terbiye görmüşmüşüm böyle, ne kadar ayıpmış, falan filan. Yüzlerce adamla çalıştım, yol yordam biliyorum ama karşımdakinin bir tanrı olduğun