Ana içeriğe atla

'Popülist pisikoloji denemeleri' üzerine

Melek abla, derginin Kasım sayısında "popülist psikoloji denemeleri" başlıklı bir yazı kaleme almış. İki farklı açıdan yaklaşmış konuya. "Bunlardan biri, herhangi bir inanış sistemine mensup olmayıp, manevi arayıştan da vazgeçemeyen insanların başvurduğu bir yol olan, kabaca doğu felsefeleri diyebileceğimiz disiplinler. Diğeri ise Allah inancıyla bağını koparmamış ama modernizme de boyun eğmiş insanların kendini arayışlarının vardığı bir sonuç olan tasavvuf." (Buradaki ibare "yansıtılmaya çalışılan tasavvuf" olmalıdır. Tasavvufun ne olduğu gayet açıktır zaten.) İlk olarak doğu felsefelerinden açılmış konuyu, son olaraksa psikolojinin kendisiyle kapatmış. İyi ve doğru şeyler bunlar. Fakat araya sıkıştırılan "tasavvuf" konusu bizim daha çok dikkatimizi çekti.

Yazının bizim ilgimizi çeken kısmına, tasavvufa geldiğimizde aklıma Osman Can (bunun gibiler modernizme boyun eğmiş kendini arayan insanlar oluyor) geldi. Şu meşhur raportör. Taraf Gazetesi arka sayfasında her gün birine 20 soru sorardı. Son soru "cennete girdiğinizde tanrının sizi hangi sözle karşılamasını isterdiniz?" gibisinden bir soruydu. Osman bu soruyu "beni tanımadın ama beni tanıyanlardan daha dürüst olduğun için cennete hoşgeldin" gibisinden cevaplamıştı. Sonra yaygara koptu ateist olduğuna dair. Aylar sonra 32. Gün adlı programa katıldı. Orada kendisine bu soru ve verdiği cevap hatırlatıldı, "ateist misiniz?" diye soruldu. O da ateist olmadığından, önce tasavvuftan, sonra da Mevlana Celaleddin (kuddisesirruh)'dan, Mevlevî'likten etkilendiğini söyledi. (Eğer mevlevîlikten bahsetmesiydi yobaz ilan edilebilirdi, bundan korktu). Ne yani tasavvuf sadece Rumî'yi, Rumî ise ateizmi mi hatırlatıyor? Bu mudur yani? Tabi ki hayır.
Müslümanım demekten korkan tasavvuf diyor. Müslümanım diyen Kuran'a, Efendimiz'in sünnetine yobazlıktır diyor. Tasavvuf yok evlatlarım, Osman'larım. Kendini halkta bulmak var. Sonra tasavvuf var. Kuran var, sünnet var. Sonra tasavvuf var. Alkol yasak yani, küfür, gıybet yasak. Din kardeşinin hâliyle hallenmek var, sonra tasavvuf var. Dükkanını her yılın Mayıs ayında ufacık çocuğa emanet edip Kastamonu'ya, Adıyaman'a gidip ziyaretlerde bulunan, Menzil'e bağlı çiğ köfteci Hüseyin abi var mesela. Onu görmezsen doğu felsefelerine takılır kalırsın, Elif Şafak senin mürşidin olur, gece uçurur seni. Durmadan oradan oraya koşturup kendilerine intisab eden sofileri, sufîleri, infak etmeye, kesenin ağzını açmaya teşvik eden mürşidleri, şeyhleri, hocaefendileri göremezseniz doğu felsefelerine takılır kalırsın.
Bazı ukalalar gibi tasavvuf deyince halktan elini eteğini çekmeyi anlarsın, sonra da çekersin. Zeynel Abidin hazretleri teneşire yatırıldığında sırtında çıbanlar, yaralar olduğu görüldü. Orada bulunanlar ne hastalığı vardı diye düşünürken içlerinden biri o yaraların hastalıktan değil, geceleri yoksulların, fakirlerin evlerine sırtında çuvallarla un taşımasından kaynaklandığını söyledi. Şakik Belhi bir gün İbrahim Edhem'e tasavvuftaki zühd kavramının esasını sordu. İbrahim Edhem "Bizde zühdün esası bulunca yemek, bulamayınca sabretmektir." diye cavap verdi. Buna karşılık Şakik "O dediğini Bağdat'ın köpekleri de yapar." deyince, İbrahim Edhem "Peki ya sizde nedir zühdün esası?" diye sordu. Şakik "Biz bulunca dağıtır bulamayınca sabrederiz." dedi. Halktan kopmakmış! Halka faydan dokunmuyorsa kaybolacaksın zaten ortadan. Halk dediğin nedir, hele bir onu söyle. Üsküdar'da Hüdayî'nin, dergahlarında Kadirî'lerin çorbasını içmediysen sen ne bilirsin tasavvufu. Halkı ne bilirsin.

Yorumlar

  1. Melek abla, tasavvufun modern psikoloji ve psikologlar tarafından, anlatıldığı biçimde kullanıldığını söylüyordu. Yoksa tasavvufun bizzat kendisinin böyle bir durumu barındırdığından bahsedilmiyor.

    Çünkü has tasavvufta zaten meşhur bir beyittir: "kamu müminleri kendinden üstün bil" Tasavvuf ehli sıradan adamı, bakkalı, manavı kendinden üstün bilendir. Ama aynı zamanda bireyseldir de. Mesela benim kafam buna takılır, bireysel kurtuluş mümkün mü? Ya da nereye kadar mümkün?

    Tabi bir yere kadar bu böyle, bilirsin işte, tasavvufta bir piramit vardır. Bireysel uğraşlarla ehli tarik piramidin tepesine çıkar. Ama asıl mesele geri dönmek ve halkın içine karışmaktır. Eğer piramidin tepesinde kalırsa o kamil mürşit olamaz. Geri dönmek daha zor bir uğraştır, geri dönen mürşit diğer insanlar gibi hallere maluldür, yer, uyur, irşat eder vs. Bu hep böyle anlatılır yani klasik metinlerde.

    Tasavvufun halkla bir problemi yok yani, müslüman psikologların tasavvufu psikolojiye entegre ederken ortaya çıkardıkları durum problem.

    Ben Melek ablanın yazısını böyle anladım.

    Tabi herkesin tasavvufla ilişkisi, ya da deneyimi farklı. Ben tasavvufun ve tarikatların göbeğinde ve zirvesinde doğdum mesela. Gözlerimi açtığımda böyle bir hayatın içindeydim. İsmet Özel okumadan önce Reşahat'ı okudum. Nefehat'ül Üns'ü 17 yaşında falan okumuştum, sonraları Amak-ı Hayal'i okuyan çocukların heyecanı bana komik gelmişti.

    Ama işte, ortada bir gerçek var. Senai Demirci abi tasavvufun etinden sütünden besleniyor mesela. Gelip lüks salonlarda vakko başörtülü ablalara hikmetten bahsediyor. Böyle bir tarafı var bu işin. Mesele burada yani, kızmaya gerek yok.

    Ben psikolojiye bir bilim olarak inanıyorum ama psikologlara inanmıyorum. Çünkü genel olarak halkı görmeden yetişiyorlar. Bizim sülalede psikologlar var mesela, bu çocuklar okuldan hiç çıkmadı ki, otobüse binmediler ki, okumaları için babaları bir daire parası harcadı, gelip psikolog oldular; sonra ayakkabısı delik adamın karşısına geçip laga luga yapıyorlar.

    Benim de karşıma geçip laga luga yapamasınlar diye elime geçirdiğim her psikoloji, hatta ders kitaplarını falan okudum. Uzun uzun yorum yazmayı sevmiyorum, neyse, eğer ben yanlış anlamadıysam, Melek ablanın yazısı on numara bir yazıydı. Bu konuda ilk defa böyle bir çıkış oldu üstelik.

    YanıtlaSil
  2. ocak sayısında bu konu üzerine yeni bir yazı var. bu konu biraz daha aydınlığa kavuşmuş olabilir. Abdullah'ın söyledikleriyle paralel noktaları da var yazının, hem tasavvuf konusunda hem de psikolojinin kendisi ve uygulaycıları yani psikologlar konusunda

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Milli Savaş Hikayeleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Savaş Hikayeleri'nde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele günlerinde gerçekleşen bazı trajedik olayları okuyuculara aktarıyor. Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ıstırap dönemi olmuştur.  Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor. Yazar genelde  Ege bölgesinde meydana gelen olayları ele alıyor.  Özellikle,  Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor. Kitapta bulunan    bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka  yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Akbaba köyü 35 numara

Star tv'de yaklaşık bir ay önce başlayan, projesi Durul Bazan'a ait Gecekondu isimli program seyirciye yeni bir konsept sunuyor. Önceden yazılıp hazırlanmış bir metni olduğundan şüphe duyduğumuz Gecekondu programı güncel olaylara ve konulara eleştirel, saldırgan hatta kimi zaman anarşist bile diyebileceğimiz bir yaklaşım içinde. Zeynep Beşerler gibi süzme elitist, dünyada ne olup bittiğinden habersiz konukların dumura uğratıldığı bu absürd komediyi izlemenizi öneriyoruz. Çevrecilikten, Medyaya "steril" bir takım proje ve yaklaşımların üzerine limon sıkan bu yeni popülist dizi risk alarak ve cesaretle absürdün, politiğin, gündelik hayatın, komedinin ve ironinin sınırlarında dolaşıyor. Cuma gecesi 00.30'da yayınlanan diziyi aynı saatlerde talk show yapan disko krallarının, gece kuşlarının, aştürk baraş'ların izleyip feyz alması hatta belki utanması umulur...

Müslüman Tanrılar

Birkaç sene önce aile dostumuz olan bir adamın şirketine bir iş yapmıştım. Paramı üç gün içinde almam gerekiyordu. Ama adam paramı vermemek için takla atıp duruyordu. Üç gün, beş gün, on gün derken bir buçuk ay geçti. En az on defa gittim geldim adamın yanına. Ve o sıralar hiç param olmadığı için yürüyerek gidip geliyordum. Ya yerinde olmuyor, ya tatile gitmiş oluyor, ya da paranın bir kısmını verip beni postalıyordu. Sonunda, efendiliğimi bozmadan, bu işin bu şekilde olmayacağını, paramı almam gerektiğini bu işin böyle uzamasının doğru olmadığını söyledim. Aynen böyle, bu şekilde. İşte o an olan oldu, adam köpürdü birden. Nasıl ben böyle bir şey söyleyebilirmişim, zaten bu işi çok daha ucuza yaptırabilirmiş, bana yardım olsun diye bu işi bana vermiş, yeğeni falanca çocuğa baksaymışım ya o terbiyeli çocukmuş hiç böyle şeyler söylemezmiş, ben nasıl terbiye görmüşmüşüm böyle, ne kadar ayıpmış, falan filan. Yüzlerce adamla çalıştım, yol yordam biliyorum ama karşımdakinin bir tanrı olduğun