Ana içeriğe atla

Mahallemi özledim. Ümit Aktaş

Sokağa çıktığım anda, ne ardımda bıraktığım apartman ve tanımadığım komşularım benim için bir anlam ifade ediyor, ne de şehrin vahşi sokaklarında yüzlerine bakmaya, dahası bir selam vermeye cesaret edemediğim o uzak insanlar. (Selam vermeyi) denemedim değil, denedim; ama her denememde başka bir hoşnutsuzlukla, hayâl kırıklığı ile karşılaştım. O zaman ben de benzerim olan tüm içine kapanmış şehirliler gibi çareyi önüme bakarak yürümekte ve modernizmin alfabesini, daha doğrusu şiirini yazmış olan Baudlaire gibi, bakışlarımı bulabildiğim boşluklara çevirerek, şehrin bu “iğrenç kalabalığı”ndan (Baudlaire, İçe Kapanış) kaçınmakta buldum.


Özgürlüğün modernlikle başladığını söyleyen şu bohem ve konformist şehirliler açısından özgürlük, sadece bu kalabalığın içerisinde yarı sarhoş bir biçimde, sorumsuz ve denetimsiz bir dolaşma serbestisidir olsa olsa. Başınızın üzerinde ne güneş (ya da ay), ne de Tanrı’nın bakışı vardır çünkü ve o vıcık vıcık kalabalığın içerisinde sonuna değin yalnız, yapayalnızsınızdır. Kimseden sorumlu olmadığınız gibi, kimsenin umurunda da değilsinizdir. Yapmanız gereken şey, nasılsa içine düşmüş olduğunuz bu hayatın idamesi için bir yolunu bulup ayakta durabilmenizdir; velev ki bu birilerinin üzerine basma pahasına da olsa. Nasılsa bir yabancı ve hatta bir yabanıldır o kimse çünkü, şehrin cangıllarında karşılaştığınız ve kendinizi sakınmak mecburiyetinde olduğunuz. Orada, modern kentlerin tapınakları olan müzeler, sinemalar ve alışveriş merkezlerine girip çıkan benzerlerinizle ortak olduğunuz ne vardır ki; nedir sizi durduracak ve yüreğinizi titretecek olan?

Benim gibi bir mahalle kültürü içerisinde yetişmiş biri için ne kadar da yürek burkucudur şu yukarıda yazdığım satırlar. Şimdilerde ikide bir mahalle baskısından söz eden hazperest şehirliler açısından özgürlük, sadece ve sadece kendilerini her türlü sorumluluk ve bağlılıktan uzak tutacak olan serbestlikten öte bir şey değil; mahallenin o sıcak ikliminden uzak bir kutup yani. Oysa insanlar, modern şehrin insanlara armağanı olan bu sefil iştihadan binlerce yıl önce, bir insan olarak temayüz ettikleri andan itibaren başlamışlardı özgürlük kavgalarına; yalnız ve yoksun olsalar da.

Ve ben, o çocukluk çağımda, mahalleye çıktığımda, arkamda kaygısız bir ana bırakmaktaydım. Kapısı hiçbir zaman kilitlenmeyen evimizi çevreleyen o küçük ama hoş bahçenin etrafı tahta bir tarabayla çevriliydi, aralarından güllerin fışkırdığı; ki, baksanız oradan içeriyi göremezdiniz. Orada bir çeşme akardı ve onun etrafında komşu kadınlar, sabah kahvelerini içerlerdi tam da bu saatte. Benim doğruları yazdığına inandığım gazeteyi ve kokusunu çitlerin çok daha uzağındayken duyarak yanıma koşan kedime bir lokmasını verdiğim somunu almak için çarşıya indiğim bu saatlerde. O somundan ilk lokmayı tadan ben olurdum elbette; tıpkı gelirken yolda, mesela bir ağaca yaslanarak, bir evin kapısı önünde durarak ve komşu Hasan amcaya da bir şeyler çıtlatarak, ya da meraklı Zeynep teyzenin soruşturan gözlerine bakarken kulağına da bir şeyler fısıldayarak, gazetenin neredeyse tamamını ilk önce okuyanın da ben olduğum gibi.

Ve bilmekteydim hangi köşede kiminle karşılaşacağımı, kime nasıl selam vereceğimi, kimin başımı okşayacağını ve kimin bana küçük de olsa bir harçlık ya da cebinde özenle sakladığı bir şekeri vereceğini. Küçük mutluluklardı bunlar belki, ama yerine koyabileceğiniz daha güzel ne olabilirdi ki? Hangi sinema salonunda bu kadar renkli ve içten bir coşku karşılayabilirdi sizi ve hangi galeride bu kadar güzel kokan güller resmedilmiş olabilirdi? Hem onlardan en iyi reçellerin nasıl yapıldığını bilen ananızın elinin lezzetinin yerine hangi marketin rafını koyabilirdiniz? Sevgili anacığım; oysa o şimdi kapısını bir Allah’ın kulunun bile çalmadığı, daha şimdiden kendisine bir mezar hâline gelen hoyrat bir apartman dairesinde ömrünü tüketmekte. Artık ne komşu ziyaretleri ne de kahve saatleri. Dışarıda içine düşseniz kaybolacağınız bir cangıl, içeride ise sadece derin bir yalnızlık; bedeli şehirde yaşamak olan.

Ahmet Haşim de, “Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,/Hepsinin gözlerinde hüznün var/Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;” derken, acaba böylesi bir geçmişi mi özlemekteydi? “O belde“ Haşim’in de hoyratlığından sıkıldığı bir şehrin uzaklarında olan o muhayyel diyar mıdır ki, bizi müşahhas hayattan kopararak o hiç gerçekleşmeyecek düşlere sürükler. Bir dost ararız gecenin o en umulmadık saatinde kapısını çalabileceğimiz ve bir sokak ararız, tıpkı evimizde dolaşır gibi kaygısızca, neşeyle gezebileceğimiz. Yüzler ararız orada korkusuzca, umutla bakabileceğimiz ve şu önünden geçtiğimiz kapının arkasında kimin olduğunu bilmeyi; kapısını çalabileceğimizi, o kapının açılacağını ve içeri buyur edilebileceğimizi de. Ama insanın içerisine “kötülük çiçekleri”, umursuzluk ve sorumsuzluk eken şehirde, en yakın dostunuzun bile bilmezsiniz ne halde olduğunu; bir telefonla aramak bile çok gelir size, sesini bile duymak istemezsiniz de bir mesaj gönderirsiniz sadece. Bu vıcık vıcık kalabalıkta işte böylesine açılmıştır mesafeler.
Çünkü hiçbir şey tahammül edilebilir gibi değildir. Üstünüze rezil bir aymazlık boşaltılmıştır ve her an pürdikkat yaşamaktasınızdır; Tanrı’ya karşı değil elbet, insanlara, sürekli sorunlar çıkaran, bağırıp çağıran ve kavgaya hazır olan bu şehirli vahşilere karşı.

Oysa mahallemizde böyle zamanlarda bir araya gelen, insanların arasını bulan güzel insanlar, akil adamlar vardı. Bir sorun mu oldu? Koşulmazdı hemen mahkemelere. Birilerinin hakları mı çiğnendi, bir kadın kocasıyla kavga mı etti, ya da biri borcunu ödeyemedi mi, hemen imam, muhtar ve ilkokul öğretmenimiz bir araya gelir, sorunun çözümlenmesi için mahalleyi harekete geçirirlerdi. Orası bizim evimizdi çünkü, komşumuzun sorunu bizim de sorunumuzdu; hem o acılar içerisinde kıvranırken biz nasıl rahat olabilirdik ve o aç yatarken biz nasıl tok yatabilirdik ki? Ve orayı korumak, oranın esenliğini sağlamak, hepimizin görevi, namusumuzdu.
Şimdilerde bu kültürden gelen “muhafazakâr” hükümetimize bakıyorum da, “kentsel dönüşüm” adı altında yaptığı tek şey, işte bu kenarda köşede de olsa kalmış olan mahalle kültürünü yok etmekten ibaret. Nasılsa kendisini koruyan, belki düzgün evleri olmayan bu kültürü yıkarak, kötü bir modernlik bilinci adına şehri gecekondulardan kurtardığını iddia eden bu yanlış bilinç, yerine TOKİ adlı estetik fukarası bir inşacı zihniyetin gündüzkondu’larını dikmekte. Tüm komşuluk bağlarını ve tüm mahalle kültürünü Vandal bir modernleşmecilik adına berhava ederek, belki çirkin ve derme çatma olan ama insanların kendi kültürel kodlarının doğallığıyla inşa ettikleri o yapıların yerine kimsenin kimseye ulaşamadığı, dokunamadığı ve kimsenin kimseyi tanımadığı gökdelenler koyarak. Sitelerin korunaklı silueti gerisinde, şehirden ve topraktan olduğu kadar insanlardan da uzaklaşarak, giderek daha da yalnızlaşarak, kimsesizleşerek ve hatta “evsizleşerek”. Üstelik topraktan uzaklaşırken Tanrı’dan da uzaklaştığının da farkına varmayarak.

Kaynak: Özgün Duruş (31.01.2011)

Yorumlar

  1. Ümit Aktaş'ın mahalle kültürü ile şehir kültürü ayrımını belirlerken yaptığı tespitler çok önemli bir ayrımı daha ortaya koyuyor. mahalle kültürü ibn haldun'un "asabiye" kavramına dayanırken; şehir kültürü murat önderman'ın "güvensizlik" playback'i ile varlık buluyor kendine. 4 şubat'taki popülist sosyoloji tartışmalarında murat önderman'ın güvensizlik kavramı konu edilmişti. olumluyordu önderman güvensizliği. o gün bazılarının zihninde belirsiz kalmıştı neden güvensizliğe karşı çıktığımız. "güvensizliğe karşı asabiye"ye inandığımız için.

    YanıtlaSil
  2. Mahalle kültürü ile şehir kültürü arasında sadece derece farkı var. Asabiyeti daha yüksek elbette. Ama mahalle de kendi uygunluklarını dayatan bir merkez sonuçta. Mahalle baskısı diye bir şey gerçekten var. Canlılığın olduğu yerde şiddet, şiddetin olduğu yerde baskı her daim hazırdır zaten. Akrabalık diyoruz, en büyük çirkeflikler akrabalar arasında oluyor. Mahalle, köy, aile romantizmi de modern bir şey.

    YanıtlaSil
  3. asabiye ile güvensizlik arasında derece farkı var. asabiye yakın bir ilişki gerektirir, güvensizlik ise önemli ölçüde ilişkisizlikten kaynaklanır. "mahalle baskısı"nı şiddetle geçebilirsin. mahalle baskısı değişime açıktır. ilişkisizliğin yarattığı güvensizliği neyle geçeceksin?

    YanıtlaSil
  4. Mahallenin ilişkiler ağı esnektir evet. Katı olması mümkün değil zaten. Bir mahalle dolusu insanı katılıkla tanzim etmek için bir garnizon - silahlı ya da silahsız örgütlü bir kuvvet - gerekir. Mahallenin düzeni örgütsüz ve sembolik şiddetle sağlanır. Bu da esnektir, değişkendir. Ama mahalle dönüşebilir olmaktan çok dönüştürücüdür. Altı sene İstinye’de oturdum, Rizeli olmama ramak kalmıştı. Güvensizliği neyle aşacağız ben de bilmiyorum. Soylu akrabalıklar farklı bir şey ama toplumsal ilişki olarak da kurulabilir mesela. Fayrap dergisi okuyucuları, popülist kültür derneği filan. Hadi sarılalım denebilecek bir ortam olmuyor çokçası. Ben şahsen üzülüyorum. Ama olacaksa bu şekilde olur gibi geliyor bana.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Milli Savaş Hikayeleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Savaş Hikayeleri'nde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele günlerinde gerçekleşen bazı trajedik olayları okuyuculara aktarıyor. Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ıstırap dönemi olmuştur.  Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor. Yazar genelde  Ege bölgesinde meydana gelen olayları ele alıyor.  Özellikle,  Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor. Kitapta bulunan    bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka  yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Akbaba köyü 35 numara

Star tv'de yaklaşık bir ay önce başlayan, projesi Durul Bazan'a ait Gecekondu isimli program seyirciye yeni bir konsept sunuyor. Önceden yazılıp hazırlanmış bir metni olduğundan şüphe duyduğumuz Gecekondu programı güncel olaylara ve konulara eleştirel, saldırgan hatta kimi zaman anarşist bile diyebileceğimiz bir yaklaşım içinde. Zeynep Beşerler gibi süzme elitist, dünyada ne olup bittiğinden habersiz konukların dumura uğratıldığı bu absürd komediyi izlemenizi öneriyoruz. Çevrecilikten, Medyaya "steril" bir takım proje ve yaklaşımların üzerine limon sıkan bu yeni popülist dizi risk alarak ve cesaretle absürdün, politiğin, gündelik hayatın, komedinin ve ironinin sınırlarında dolaşıyor. Cuma gecesi 00.30'da yayınlanan diziyi aynı saatlerde talk show yapan disko krallarının, gece kuşlarının, aştürk baraş'ların izleyip feyz alması hatta belki utanması umulur...

Müslüman Tanrılar

Birkaç sene önce aile dostumuz olan bir adamın şirketine bir iş yapmıştım. Paramı üç gün içinde almam gerekiyordu. Ama adam paramı vermemek için takla atıp duruyordu. Üç gün, beş gün, on gün derken bir buçuk ay geçti. En az on defa gittim geldim adamın yanına. Ve o sıralar hiç param olmadığı için yürüyerek gidip geliyordum. Ya yerinde olmuyor, ya tatile gitmiş oluyor, ya da paranın bir kısmını verip beni postalıyordu. Sonunda, efendiliğimi bozmadan, bu işin bu şekilde olmayacağını, paramı almam gerektiğini bu işin böyle uzamasının doğru olmadığını söyledim. Aynen böyle, bu şekilde. İşte o an olan oldu, adam köpürdü birden. Nasıl ben böyle bir şey söyleyebilirmişim, zaten bu işi çok daha ucuza yaptırabilirmiş, bana yardım olsun diye bu işi bana vermiş, yeğeni falanca çocuğa baksaymışım ya o terbiyeli çocukmuş hiç böyle şeyler söylemezmiş, ben nasıl terbiye görmüşmüşüm böyle, ne kadar ayıpmış, falan filan. Yüzlerce adamla çalıştım, yol yordam biliyorum ama karşımdakinin bir tanrı olduğun