Ana içeriğe atla

Üç ayların fazileti ve buz pateni

Bülent Akyürek abi, artık katıldığı programlardan düşük de olsa, standart bir ücret alacağını ilan etmiş. İlginç olan Bülent abinin bunu söylemesi değil, şimdiye kadar ücretsiz olarak katıldığı programlarda ev sahipliği yapanların bunu söyletmeleri… Biraz böyle bir şey var. Konuk gelip birkaç gününü ayırıp döndüğünde, yeterince kurnaz biri değilse, eve eli boş dönüyor, hatta belki cepten de yemek zorunda kalıyor. Ki, Bülent abinin cepten yiyecek kadar büyük cepli biri olmadığı belli. Ama her zaman bu işler böyle işlemiyor. Bülent abinin durumunu vesile ederek, (özellikle hocalar üzerinden) bu işlerin aslında bizim piyasada nasıl işlediğini size anlatayım. Cebimdekileri dökeyim biraz.


Bizim camiada organizasyonlara katılan iki tip hoca vardır. Eğer uygun durum hâsıl olmuşsa bu hoca kelimesini, aktivist, konuk, yazar, şair vs. diye değiştirebilirsiniz. Bu hocaların ilki işini “Allah rızası” bilinciyle yapar. İlk başta para talep etmez. Zarf içinde verilen şeylerle yetinir. Her ne kadar açıkça para talep edilmese de bir programdan sonra zarf alamayan her konuk biraz içerlenir. Zamanla programlar masraflı olmaya başlayınca bunu bir standarda oturtmak gerektiği neticesine varılır. İlk önce bir fiyat belirlenir. Bu her zaman düşük bir fiyattır. Ama parayı kim isteyecektir? Arada para olmadan önce hocamız programları kendi ayarlayabilirdi, ama artık bu mümkün olmaz. Artık parayı ve iş koşullarını konuşacak birine ihtiyaç vardır. Bu noktadan sonra icra edilen şeyin adı iş’tir. Menajer tutulur. Görevlendirilen bu eleman, program talep eden tarafla iletişimi sağlar. Hoca adına konuşur ve bir takvim çıkarır. Hocanın ücretine menajerin maaşı da eklenmiştir. Ama tüm bunlar hocanın can sıkıntısını gidermez. Çünkü istenen ücret düşüktür. Herhangi bir köy derneği iki bin lira denkleştirip hocayı programa çağırır, lahmacun yenirken bir yandan da hoca dinlenir, otel ayarlanmamıştır “hocam bize gidelim” denir, hoca sessiz sakin “bize” gelir, içinden “yok aga bu böyle olmayacak” der ve program için gittiği bir şehirde tanımadığı bir evde yer yatağında yatarken kararını verir: bu işi yoluna koyacam!

Bu noktaya kadar hala “Allah rızası” fikrinden sapılmamış olabilir. Ama işi biraz daha profesyonel hale getirmek konusunda kesin karar verilmiştir. Çünkü bodrum katındaki bir düğün salonunda konuşma yapmak berbat bir durumdur. “ben buna layık mıyım lan”dır, falandır filandır. Güzel ve temiz olan, en garantisi, televizyonda olmaktır aslında. Zaten yavaş yavaş teklifler gelmeye başlamıştır. Menajerin götüne bir tekme konur ve kelli felli bir organizasyon şirketi ile anlaşmaya varılır. Organizasyon şirketi bu vaizi bir markaya dönüştürmek konusunda maharetlidir. Üç ayların faziletini anlatan amca bir yıl sonra üç aylarda daha fazla kazanmaya başladığını çok belirgin bir şekilde görür. Üç ayların fazileti’nin yanına bir de “bereketi” kelimesini ekleyerek bu terkibi zenginleştirir: Üç ayların fazileti ve bereketi…


Kafası hala eskisi gibi çalışan amcaya organizasyon şirketi baskı yapar, fiyatı biraz daha yükseltmeleri gerektiğini, yoksa köy derneklerinden çağırmaya devam edeceklerini, söyler. Zavallı amca pek sıcak bakmaz ama yapacak da pek bir şey bulamaz. Şirket fiyatı yükseltmekle birlikte daha iyi koşul standartları belirler. Şu kadar fiyat olacaktır, para bir hafta önceden hesaba yatacaktır, hocamızın midesi biraz rahatsızdır o yüzden şu şu ve şu yemekler olacaktır kesinlikle şunlar olmayacaktır, bak size güveniyorumdur, aman hocamızı rahat ettirelimdir… Ayrıca hocaefendi ancak şöyle otellerde kalabilir ve ancak şu mevkide uçabilirdir. Uçak biletini alırken sizden ricamız lütfen dikkat edinizdir. Hocanın ishal olmasını istemezsiniz değil mi, hayır hayır şeftali suyu olmaz, kefir olsun lütfendir. Evet, bunların birçoğunu şirket götünden uydurmuştur. Ama eğer hocayı marka yapacaklarsa biraz takıntılı bir tip yaratmak zorundadırlar. Programı talep eden taraf takıntılı bir hocayı karşılayıp son derece tırsak ve ince olurken, hoca da kendisine bu kadar hürmet edip ince davranan insanlar karşısında mutlu olur. Hayret verici netice sonucunda bir şirketle anlaştığı için kendini tebrik eder. Şirketle anlaşmanın nimetlerinden biri de pürüzsüz cillop gibi bir programdır. Bütün her şey önceden ayarlanmış “hocamız şuna çok kızar” denilerek birçok olumsuz şey bertaraf edilmiş, hoca uçaktan inmeden rahatça kayıp dans edebileceği parlak pist hazırlanmıştır. Hoca uçaktan iner ve partneriyle buz pistinde dansını icra eder. :) ahaha şaka lan!

Evet efendim. Bu hocaya hala güvenebilirsiniz, bir sakıncası yoktur. Muhtemelen hala iyi biridir. Modern zamanlarda piyasaya bu kadar bile direnebilmesi en azından kötü bir şey değildir. Hala arada sırada ücretsiz programlara geliyordur. Şirkete telefon açıp “o adamlardan bu seferlik yarım ücret alalım” diye ricada bulunuyordur. (oy canım benim) Ama biçilen markaya da cuk oturmak zorunda hissediyordur kendini. Kafası karışıktır. İki arada bir derede kalmıştır. Bir üst mertebeye geçmediği sürece, diyeceğim bir şey yok. Kapitalizm ve modernizm çok dişli, adamın anarşist olmasını bekleyemem.

Bir de ikinci tip adamlar/hocalar/hatipler vardır. Bunlar gerçekten profesyoneldirler. Kendi markalarına, isimlerine her daim hizmet ederler. Afişlerde isimleri kocaman yazılıdır. Kitaplarda resimleri boy boydur. Şirketin kendileri için takıntı oluşturmasına işi bırakmazlar. Zaten takıntılı adamlardır. Kendi imajlarını kendileri yaratır. Beş yıldızlı veya o ayarda otel olmadan programa gitmezler. Üstelik çok para isterler. Hatta şirketi zor durumda bırakacak kadar çok isterler. Şirket aynen emlakçı gibidir. Emlakçı rolü üstlenir. Az isteyen Allah rızacı hocanın fiyatını yükseltmek için hocaya baskı yaparken, çok isteyen bu yarı vaiz yarı tanrı hocaya da fiyatı düşürmek için baskı yapar. Hoca zaten takıntılı Müslüman bir tanrı olduğu için şirket açısından da işler zordur. Herhangi bir aksaklığın hesabı direk şirketten sorulur. O yüzden şirketler fiyatı yüksek tanrılarla çalışmaktansa fiyatı düşük hocaları tercih ederler. Bu adamların yemesi içmesi sıçması, her şeyi problemdir çünkü. Bunların triplerine katlanmak zordur.

(Sanatçılar, şarkıcılar, ezgiciler, türkücüler, kuran okuyan kariler; bütün bunların kendilerine özel problemleri vardır. Ancak genelde ortak sapkınlık listesi çıkartmak zor olmaz. Söylediklerim, aralarında iyi insanlar yoktur manasına gelmez elbette. Has adamlar vardır. Şirketlere pabuç bırakmayan sanatçılar hala vardır. Bunların alametlerinden biri hala fakir olmalarıdır. Dikkat edilmesi gereken bir şey de, hatibin bize ne sattığıdır. Hocaların vaaz etmeleriyle bir kitap için okurlarıyla buluşan yazarı bir tutmamak gerekiyor. Hocaya bir mim koyabiliriz ama tam olarak hocanın vaaz etmesi de kendi başına problem teşkil etmez. Burada illet işin yapılış biçiminde ve işin içine karışan kapital unsurların mevzunun içine etmelerinde… Yoksa her Allah’ın günü Türkiye’nin her yerinde, camilerde, mescitlerde, derneklerde vaaz veren hocalar, sohbet eden entelektüeller vardır. Televizyonlarda görmediğimiz, kitaplarda kocaman resimleri basılı olmayan, bir marka haline dönüşmemiş mübarek adamlardır zaten bunlar. )

Marka hocaları çok iyi izlerseniz, bu adamların bir kere bile, yanlışlıkla olsa dahi sisteme çatmadığını, kimsenin tavuğuna kışt demediklerini görürsünüz. Lıkır lıkır adamlardır. O kadar şeker o kadar tatlı adamlardır ki hasta olursunuz. Konuştuğu her saniye para kazanan adamı dinlerken mest olursunuz. Böyle zamanlarda yanınızda çerez bulundurursanız, ekranın karşısında Allah rızası için keyif yapabilirsiniz.

Gelelim Bülent abiye. Bülent abi kahvedeki adamlar gibi konuşuyor, küfür ediyor, yerden yere vuruyor. Sistemin adamı değil. Bülent abinin irapta mahalli yok. Şaaz, kuralsız. İnşallah bu işin kontrolünü iyi yapar da birinci sınıfa bile yaklaşmaz. Açıkçası ben, bu tür programlardan para alınması fikrine karşı değilim. Çünkü bu işi yoğun olarak yapanların başka geçim kaynakları olmayabiliyor. Ve gerçekten Allah rızası için koşturup duranların hali zaten belli oluyor.

Eğer benim de karşıma bu tür işler gelirse ve ben bunları alnımın akıyla atlatabilirsem size çok daha net ve sert şeyler yazabilirim. Elimizde bir fiyat listesi olur o zaman. Kim kime kaç paraya vermiş (vaaz) açıklarız. Şimdiden büyük konuşmaya gerek yok. Üstelik derdimiz şahıslar değil bu laçka fikriyat olmalı. Dua etmeli. Parlak ekranlarda konuşan hocaları boş verip camideki yaşlı amcaları dinlemeli. Onların bir hurafesini elli tane kelli felli hocaya değişmemeli. Hacı amcalar sizi keklemez, hacı amcalar sizi kandırmaz, hacı amcalar para istemez. Hacı amcalar çay ısmarlar, oralet ısmarlar. Hacı amcalar size dua eder. Hacı amcalar üç aylar ne zaman başlıyor ne zaman bitiyor bilmez. Hacı amcaların emekli maaşını gelinleri evin gıdası için kullanır da hacı amcalar hiç ses etmez. Aaah ah…

Yorumlar

  1. Dedem (hacıdır aynı zamanda) bir kaç sene önce caminin civarında bir işle meşgulken, çıktığı tahta merdivenden düşmüştü. 2-3 metrelik bir duvara yaslanmış tahta merdivenden. Kolu ve bacağı kırılmıştı. Ameliyat falan derken 2 aya kalmadı ayağa kalktı. 1927 doğumlu bir dededen bahsediyorum. Bu kadar kısa sürede ayağa kalkması tabi normal birşey değildi ve akrabalardan biri ziyaretine geldiğinde kendisine demiş ki: "Hacı amca, benim de bacağım kırılmıştı, 2 sene yattım. Sen nasıl oldu da bu kadar kısa zamanda kalktın?". Bunu söyleyen 50 yaşlarında var yok.
    Dedeme kulak verelim bir de: "Peygamberimiz birgün bi kabristanın başına gitmiş. Ağlamış. Göğsü ıslanmış ağlamaktan. Ashab sormuş, 'Ya Resulallah, niçin ağlıyorsunuz?'. Peygamberimiz, 'Burada yatan ümmetimden biri azap görüyor. Recep ayında birgün oruç tutsaydı bu azabı görmeyecekti.' buyurmuş.
    Merdivenden düştüğüm gün Recep'in biriydi. Oruçluydum. O oruç beni çabuk iyileştirdi. O oruç olmasaydı ayağa kalkamazdım."

    Dedem de emekli maaşını gelinine veriyor. -gelini el koyuyor desek daha uygun olur :)- Dua ediyor bol bol.

    Ufak bir katkım olsun dedim. Güzel yazı, eyvallah...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Milli Savaş Hikayeleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Savaş Hikayeleri'nde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele günlerinde gerçekleşen bazı trajedik olayları okuyuculara aktarıyor. Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ıstırap dönemi olmuştur.  Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor. Yazar genelde  Ege bölgesinde meydana gelen olayları ele alıyor.  Özellikle,  Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor. Kitapta bulunan    bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka  yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Akbaba köyü 35 numara

Star tv'de yaklaşık bir ay önce başlayan, projesi Durul Bazan'a ait Gecekondu isimli program seyirciye yeni bir konsept sunuyor. Önceden yazılıp hazırlanmış bir metni olduğundan şüphe duyduğumuz Gecekondu programı güncel olaylara ve konulara eleştirel, saldırgan hatta kimi zaman anarşist bile diyebileceğimiz bir yaklaşım içinde. Zeynep Beşerler gibi süzme elitist, dünyada ne olup bittiğinden habersiz konukların dumura uğratıldığı bu absürd komediyi izlemenizi öneriyoruz. Çevrecilikten, Medyaya "steril" bir takım proje ve yaklaşımların üzerine limon sıkan bu yeni popülist dizi risk alarak ve cesaretle absürdün, politiğin, gündelik hayatın, komedinin ve ironinin sınırlarında dolaşıyor. Cuma gecesi 00.30'da yayınlanan diziyi aynı saatlerde talk show yapan disko krallarının, gece kuşlarının, aştürk baraş'ların izleyip feyz alması hatta belki utanması umulur...

Müslüman Tanrılar

Birkaç sene önce aile dostumuz olan bir adamın şirketine bir iş yapmıştım. Paramı üç gün içinde almam gerekiyordu. Ama adam paramı vermemek için takla atıp duruyordu. Üç gün, beş gün, on gün derken bir buçuk ay geçti. En az on defa gittim geldim adamın yanına. Ve o sıralar hiç param olmadığı için yürüyerek gidip geliyordum. Ya yerinde olmuyor, ya tatile gitmiş oluyor, ya da paranın bir kısmını verip beni postalıyordu. Sonunda, efendiliğimi bozmadan, bu işin bu şekilde olmayacağını, paramı almam gerektiğini bu işin böyle uzamasının doğru olmadığını söyledim. Aynen böyle, bu şekilde. İşte o an olan oldu, adam köpürdü birden. Nasıl ben böyle bir şey söyleyebilirmişim, zaten bu işi çok daha ucuza yaptırabilirmiş, bana yardım olsun diye bu işi bana vermiş, yeğeni falanca çocuğa baksaymışım ya o terbiyeli çocukmuş hiç böyle şeyler söylemezmiş, ben nasıl terbiye görmüşmüşüm böyle, ne kadar ayıpmış, falan filan. Yüzlerce adamla çalıştım, yol yordam biliyorum ama karşımdakinin bir tanrı olduğun