Ana içeriğe atla

Vazgeçilir gibi değil bu medcezirler

Müslüman olduğunu söyleyen biri İslam’ı bilmeden hiçbir şey yapamaz. Tabi İslam’ın hayrına. Yani elbette bir şeyler yapar ama gavurlara hizmet eder sadece. Önce biz falanca falancayız sizden değiliz diyeceksiniz, sonra yapacaksınız işinizi. Bilimle uğraşacaksınız mesela. Türkiye bilimde milli menfaatlerine hizmet edecek bir çalışma yürütemez şu durumda. Hanefi olduğunuzu söylüyorsanız Hanefilik nedir ne değildir onu bileceksiniz. Müslüman, bilim diye teknoloji diye düşünsel çalışma bilmem ne diye her işe girişmez. Girişemez, kalbi el vermez. Bileceksin, bildikten sonra da neyi yapman doğru neyi yapman yanlış olur bunu göreceksin. Oruç niçin fakirlere de farz mesela? Meni mi temiz, idrar mı? Kadına bir, erkeğe iki hak. Niye? İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye demişler, duyduğumuza göre aklı ispat sayıyormuşsun. Kuran ve sünnet dururken akıl da ne, senin haddine mi? Mesela demiş imamımız, kadın mı güçsüzdür erkek mi? Muhalif eşraf cevap vermiş, tabi ki kadın. Ya demiş İmam-ı Azam, bana kalsaydı mirasta kadına iki hak verirdim. Ama Kuran ve sünnet tam tersini söylüyor. Siz benim aklımı değil de nefsimi kullandığımı sanıyorsunuz, meseleyi çarpıttığımı. Sizin söylediğiniz akıl değil nefsin ta kendisidir. Gibi şeyler. Hanefi fıkhını bilmeyen bir Hanefi tarih konuşsa neye yarar, Aselsan’da bilmem ne yapsa neye yarar. Tabi, cebine yarar.

Nefes almak çok zor. “Selamun Aleyküm’ün Arapçası nedir öğretmenim” diyor bir çocuk. Bunu görünce işler yolunda gidebilir diyorsunuz. Ama final haftası eğlence varmış mesela. Onu da görünce hayır diyorsunuz o çocuk da büyüyünce öyle olacak. Maalesef. Dünya o tarafa gidiyor. Yetenek sizsinizde bi çocuk şarkı söylüyor, İngilizce. Herkes çok beğeniyor, ayakta alkışlıyor millet. Yani kalabalık (galebelik) işte ne milleti. Bunu izliyoruz, döndüm arkadaşa, işte dedim bu çocuk otuz iki farzı bilmiyor mesela. Ama baliğ. Ne olacak? Ne olacaksa olacak işte. Size gülecekler. Surat asmak hakkımız demek büyük marifet. En çok münafıklıktan korkuyorum böyle bir dünyada. Efendimiz, göğsünüzdeki mintan gibi imanınız da eskir, diyor. Kalp var, kalp var şimdi. Her kalp aynı şeylere üzülmüyor, her akıl aynı meseleyi çözüme muhtaç görmüyor. Her nefs nefsliğini bilmiyor. Bazı nefsler kendini kalp zannediyor mesela. Ya da akıl. Bunu da zaten mertebelerle açıklamış ulema. Nefs-i Levvame bilip de yapmamakmış mesela. Hakan abi de şeyi nakletmişti, oruç tutmayan Türk’e Müslüman demezlermiş. Bu müthiş bişey. Türk’ün Müslümanlığı münafıklığa kapı aralamıyor yani. Allah böylesini nasip etsin. Amin.

Kalp. Nefs. Akıl. Müslümanda bunların birbiriyle paslaşması gerekiyor, kanaatimce. Bilen hissedecek, hisseden isteyecek, isteyen neyi istediğini bilecek. Gibi şeyler. Hani ihtiras diyor ya Hilmi Ziya. Bilmiyorum belki de yanılıyordur. Tabi ben de. Ne de olsa beşeriz. Çevrenize bakın insanların çoğu ya sadece kalpleri var gibi nostaljik. Ya sadece akılları var gibi küstah. Öbürü zaten ortada. Kütle. Kütlelerin isyanı. Popülist olup da kütleleri aşağılamak doğru mu peki? Şöyle, bunu gavurlar için yazıcam. Ortega y Gasset Avrupa toplumlarının kültürden nasıl yoksun kaldıklarını ve yüzeydeki köpüğe nasıl hücum ettiklerini anlatıyor, kütlelerin isyanı’nda. Gavurlar için öyle. Tabi onların da halkı var. Ama biz yaratılmış olana halk diyoruz. Mesela çocuğunu katleden babayı bile anlamaya yaklaşabiliyorum, hadi şöyle ya da böyle makul sayılabilecek bi bahane söylemese de haber bültenleri. Ne bileyim sadece gördüm adamı yani, kelepçeli götürülürken. Meselemiz halksa inançsızlığa varmayı bile mazur görebiliriz. Öyle zevkten inanmayanlar da var. Valla, adam zevk alıyor böyle iyiyim diyor. Öküz. Halk inanırken de iyi değildir, inanmazken de. Yani aslında hep inanır da. Neyse. Teoloji mühendislerinden daha iyi bilirler dini imanı. Ama ekmek derdi napacaksın. Bunları insanlara anlatmak çok zor. İnanın çok zor. Zaten anlatamazsın sen diyebilirsiniz, her şeyi birbirine kattım biliyorum. Olsun. Mustafa Kutlu’nun hangi öyküsündeydi hatırlamıyorum, "denizler durulmaz dalgalanmadan" diyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Milli Savaş Hikayeleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Savaş Hikayeleri'nde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele günlerinde gerçekleşen bazı trajedik olayları okuyuculara aktarıyor. Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ıstırap dönemi olmuştur.  Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor. Yazar genelde  Ege bölgesinde meydana gelen olayları ele alıyor.  Özellikle,  Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor. Kitapta bulunan    bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka  yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Akbaba köyü 35 numara

Star tv'de yaklaşık bir ay önce başlayan, projesi Durul Bazan'a ait Gecekondu isimli program seyirciye yeni bir konsept sunuyor. Önceden yazılıp hazırlanmış bir metni olduğundan şüphe duyduğumuz Gecekondu programı güncel olaylara ve konulara eleştirel, saldırgan hatta kimi zaman anarşist bile diyebileceğimiz bir yaklaşım içinde. Zeynep Beşerler gibi süzme elitist, dünyada ne olup bittiğinden habersiz konukların dumura uğratıldığı bu absürd komediyi izlemenizi öneriyoruz. Çevrecilikten, Medyaya "steril" bir takım proje ve yaklaşımların üzerine limon sıkan bu yeni popülist dizi risk alarak ve cesaretle absürdün, politiğin, gündelik hayatın, komedinin ve ironinin sınırlarında dolaşıyor. Cuma gecesi 00.30'da yayınlanan diziyi aynı saatlerde talk show yapan disko krallarının, gece kuşlarının, aştürk baraş'ların izleyip feyz alması hatta belki utanması umulur...

Müslüman Tanrılar

Birkaç sene önce aile dostumuz olan bir adamın şirketine bir iş yapmıştım. Paramı üç gün içinde almam gerekiyordu. Ama adam paramı vermemek için takla atıp duruyordu. Üç gün, beş gün, on gün derken bir buçuk ay geçti. En az on defa gittim geldim adamın yanına. Ve o sıralar hiç param olmadığı için yürüyerek gidip geliyordum. Ya yerinde olmuyor, ya tatile gitmiş oluyor, ya da paranın bir kısmını verip beni postalıyordu. Sonunda, efendiliğimi bozmadan, bu işin bu şekilde olmayacağını, paramı almam gerektiğini bu işin böyle uzamasının doğru olmadığını söyledim. Aynen böyle, bu şekilde. İşte o an olan oldu, adam köpürdü birden. Nasıl ben böyle bir şey söyleyebilirmişim, zaten bu işi çok daha ucuza yaptırabilirmiş, bana yardım olsun diye bu işi bana vermiş, yeğeni falanca çocuğa baksaymışım ya o terbiyeli çocukmuş hiç böyle şeyler söylemezmiş, ben nasıl terbiye görmüşmüşüm böyle, ne kadar ayıpmış, falan filan. Yüzlerce adamla çalıştım, yol yordam biliyorum ama karşımdakinin bir tanrı olduğun