Ana içeriğe atla

Angusların gelişi

Hayvancılığı öldürdüler, komisyoncular et fiyatlarını mahsus yükseltiyor... gibi iki farklı tez cümlesi vardır Türkiye'de hayvancılıkla ilgili. İktidar partisi komisyoncuları suçlar, ithal et getirme tehdidinde bulunur; muhalefetse iktidarın hayvancılığı öldürdüğünü söyler, ithal etin ithalatçılara fayda sağlamak için yapıldığını iddia eder. Bu konuyu hem yaşamış hem çalışmış bir insan olarak iktidarın da muhalefetin de meseleyi eksik ve yanlış analiz ettiğini, zaten samimi de olmadıklarını düşünüyorum. Anguslara bayıldım, onu da söyleyeyim; ama 72,5 milyon nüfuslu (insan nüfusu tabii) Türkiye'nin 3,5 milyon nüfuslu Uruguay'dan (Fenerbahçe'mizin yaşayan efsane stoperi Diego Lugano'dan maada şimdi de) Angus sığırlarını getirmesi gerçekten ilginç ve analize muhtaç bir durum. İthalat kesinlikle kötüdür gibi bir mantık burada işimize hiç yaramaz. İthalat her zaman iyidir gibi bir düşünce de saçmadır. Üretici insanlar ve onların geçindirdikleri diğer insanlar, tüketiciler, hayvan ve toprak nitelik ve niceliği, yem, ilaç, barınak; imalat ve dağıtım gibi onu aşkın ana başlık altında çok sayıda değişkeni olan bir konu bu. Ama günlük hayatımız açısından ve şehirleşme, sosyalleşme, hatta demokratikleşme açısından, dolayısıyla da ahlaki ve medeni açıdan önemli bir konu. Biraz girip çıkalım.

İktidar partisinin özel bir durumu yok. Önce onu söyleyelim. Canlı hayvan ticaretinde 70'lerin sonundan beri geri gidiyoruz, bile isteye. Türkiye'de hayvancılık ve tarım, öncelikle köylü nüfusun düşürülüp şehir nüfusunun artırılması, okuma yazma oranlarının yükseltilmesi, işçi sayısının köylü sayısını geçmesi, tarım ve hayvancılık üretiminin sanayi üretimi lehine azaltılması, tüketici profilinin köylüden kentliye kaydırılması; kısacası kapitalistleşme için bir zorunluluk. Tarım ve hayvancılık nüfus artışına paralel olarak artırılmış olsaydı, bugün ilçeler dahil olmak üzere şehir nüfusumuz yüzde 70 civarında olmayacak; muhtemelen 50/50 gibi bir şey olacaktı. Bu durumda hayvan ve toprak ürünü bol olan, dolayısıyla da hayvan ve toprak ürünleri ucuz, fakat düşük işçi nüfusu ve düşük tüketici profili nedeniyle sanayileşme düzeyi ve sanayi üretim oranı, dolayısıyla da ihracat, milli gelir, gayri safi hasıla gibi makro değerleri şimdikinin 30 yıl gerisinde bir ülke olacaktık. Bunun için İran'a bakılabilir. Başbakan sanki tek başına kendisi becermiş gibi, sürekli olarak Türk ekonomisinin Avrupa'nın 6, dünyanın en büyük 17. ekonomisi olduğunun altını çiziyor her konuşmasında. Bu nicelik açısından doğrudur. Büyüklüğü sağlayanın dinamizm olduğu, bu ekonomik büyüme şeklinin sürdürülebilir olduğu belirsiz kalmak kaydıyla tabii. Fakat CHP, MHP, SP hatta BDP iktidara gelse de gelişme çizgisi değişmeyecekti. Çünkü bu politikaya karar veren Türkiye değil yahut bu bir hükümet politikası değil, devlet politikasıdır. Türkiye'yi idare eden ve onlara muhalefet eden, fakat üretim artısından en çok istifade eden grup, makam ve çevreler bu konuda koalisyondurlar. Sırasıyla ANAP, DYP, SHP, RP, DSP, MHP, AKP hükümetleri aynı yolda ilerlemişlerdir.

Bu yürüyüşten kaçınamazdık. İlk söylediğim bu. Tarım nüfusu sanayi nüfusu lehine küçültülmeseydi hala Mecid Mecidi filmlerini oynuyor olacaktık. Bu gelişmeyi onaylayıp onaylamamak size kalmış. Ben bu tür şeyleri tarih olarak gördüğüm için o tarafa pek bakmıyorum. Ne otomasyon, otoyol, telekomünikasyon, dijitalizasyon, sinyalizasyon, senkronizasyon, organizasyon gibi edinimlere karşı derin bir heyecanım var; ne de köylülük nostaljisine sahibim. Niceliksel dönüşümlere tarafsızım. Beni ilgilendiren niteliksel dönüşüm.

Hayvancılığın niceliksel gerilemesi sırasında niteliksel bir gelişme kaydettik mi? Bir soru budur. Birey ve hane halkı nüfusu açısından hayvancılıkla uğraşan nüfusun küçültülmesi tarihsel olarak kaçınılmaz; ama acaba üretilen hayvan sayısının küçülmesi hesaplanmış mıydı; hesaplandıysa hangi akla hizmet ediyordu? Turgut Özal, küçük hayvancıları şehirlere sürgün edip büyük hayvancılara teşvik veririm, süt fabrikaları kurdururum, böylece üretimde niceliksel ve niteliksel bir gelişme olur; Hollanda ve Amerika Birleşik Devletlerinden bir farkımız kalmaz, diye düşünüyordu. Öyle olmadı. Hollanda ve şimdi de Uruguay'ın sürekli müşterisi haline geldik. Büyük üreticiler, tavukçulukta yeri öptüler, bazı ilçeler (Mudurnu örneğinde olduğu gibi) tümüyle işsiz kaldı; büyükbaş hayvancılıkta ise birkaç çiftlik-fabrika piyasayı sanayileşmiş, marketleşmiş ürünlerle tüketicinin kaymağını alırken ikincil üreticiler fahiş fiyat politikası (talebe yetersiz arz sayesinde elbette) sayesinde yüksek kârlılık imkanını bildikleri gibi tüketmeye devam ediyorlar.

Hayvan sayısını artırmak göründüğü kadar basit bir konu değil. Bunun için kır hayvancılığı yapmak imkan dışı. Türkiye'de hayvanlara yetecek otlak yok. Neden Uruguay, çünkü Uruguay'ın neredeyse tamamı otlaktır. Nüfusu tamamen deniz kıyısında yaşar ve ülkenin geri kalanı hayvan otlağıdır. Türkiye'de durum bu değil. Hayvancılığın en önemli rakibi ise bizzat tarımdır. Ekili, dikili alanları sınırlarına ulaştırdık; otlaklar küçüldü. Dolayısıyla Türkiye'de hayvancılığın karakter değiştirmesi şart. Besi hayvancılığı, yani kapalı alan hayvancılığı yapmak zorundayız. Ki bunun da belli sınırları var. Ki bu konuda teknoloji ve organizasyon üretmediğimiz, hayvancılık tekniği geliştirmediğimiz sürece uyarlamacı bir üretim yolunda gitmek zorundayız, bunu da üretim niceliğini artıracak düzeyde yapamadığımız ortadadır.

Devlet besi hayvancılığına teşvik veriyor. Özellikle Doğu Anadolu bunun için uygundur; ama Hollanda veya Uruguay'a benzemez Doğu Anadolu. Her şeyi getirmek ve çok zor şartlara boyun eğmemek zorundasınız. Zaten başaramadığımız da bundan ibarettir. Piyasa kolay çözümlere daha açıktır ve çoğu durumda fiyat her şeyi belirler. Kasaplara satış fiyatı 12 lira olan Angus etiyle yerli üretimin hiçbir şekilde rekabet etmesi mümkün değil. Bunlar 400 kiloluk hayvanlar, onu da söyleyelim. Böylece, bir Angus neredeyse 3 Türk sığırı demek oluyor, ki bununla rekabet etmek mümkün değil. Hayvan üreticilerinin sayısı et tüketicileriyle kıyas edilemeyecek kadar küçük olduğu için de hükümetin politikasının geçici ve sonu belirsiz bir popülist politika olduğuna kuşku yok. Kendi hayvanıyla geçinen köylüler bu ithalat politikasından etkilenmez. Satıcılar etkilenir ama satış yapacak kadar büyük iş yapan besicilerin sayısı gerçekten azdır.

Uzun lafın kısası, büyük, uzun, 50 yıllık bir politika ortada yoktur. Bu, büyük bir zaaftır. Ama kısa vadeli çözüm olarak Angus ithalatının kabul edilebilir tarafı vardır. Darısı sanayi ürünlerinin başına diyelim. Özellikle tekel durumundaki Koç, Sabancı, Çukurova gibi sanayicilerinin fahiş fiyat uygulayıp maksimum kâr elde ettikleri sektörleri de hükümetimizin ithalatla bombalamasını umut ediyoruz. Yapmayacaklarından emin olsak bile.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Milli Savaş Hikayeleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Savaş Hikayeleri'nde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele günlerinde gerçekleşen bazı trajedik olayları okuyuculara aktarıyor. Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ıstırap dönemi olmuştur.  Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor. Yazar genelde  Ege bölgesinde meydana gelen olayları ele alıyor.  Özellikle,  Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor. Kitapta bulunan    bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka  yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Akbaba köyü 35 numara

Star tv'de yaklaşık bir ay önce başlayan, projesi Durul Bazan'a ait Gecekondu isimli program seyirciye yeni bir konsept sunuyor. Önceden yazılıp hazırlanmış bir metni olduğundan şüphe duyduğumuz Gecekondu programı güncel olaylara ve konulara eleştirel, saldırgan hatta kimi zaman anarşist bile diyebileceğimiz bir yaklaşım içinde. Zeynep Beşerler gibi süzme elitist, dünyada ne olup bittiğinden habersiz konukların dumura uğratıldığı bu absürd komediyi izlemenizi öneriyoruz. Çevrecilikten, Medyaya "steril" bir takım proje ve yaklaşımların üzerine limon sıkan bu yeni popülist dizi risk alarak ve cesaretle absürdün, politiğin, gündelik hayatın, komedinin ve ironinin sınırlarında dolaşıyor. Cuma gecesi 00.30'da yayınlanan diziyi aynı saatlerde talk show yapan disko krallarının, gece kuşlarının, aştürk baraş'ların izleyip feyz alması hatta belki utanması umulur...

Müslüman Tanrılar

Birkaç sene önce aile dostumuz olan bir adamın şirketine bir iş yapmıştım. Paramı üç gün içinde almam gerekiyordu. Ama adam paramı vermemek için takla atıp duruyordu. Üç gün, beş gün, on gün derken bir buçuk ay geçti. En az on defa gittim geldim adamın yanına. Ve o sıralar hiç param olmadığı için yürüyerek gidip geliyordum. Ya yerinde olmuyor, ya tatile gitmiş oluyor, ya da paranın bir kısmını verip beni postalıyordu. Sonunda, efendiliğimi bozmadan, bu işin bu şekilde olmayacağını, paramı almam gerektiğini bu işin böyle uzamasının doğru olmadığını söyledim. Aynen böyle, bu şekilde. İşte o an olan oldu, adam köpürdü birden. Nasıl ben böyle bir şey söyleyebilirmişim, zaten bu işi çok daha ucuza yaptırabilirmiş, bana yardım olsun diye bu işi bana vermiş, yeğeni falanca çocuğa baksaymışım ya o terbiyeli çocukmuş hiç böyle şeyler söylemezmiş, ben nasıl terbiye görmüşmüşüm böyle, ne kadar ayıpmış, falan filan. Yüzlerce adamla çalıştım, yol yordam biliyorum ama karşımdakinin bir tanrı olduğun