
Halkın nabzı ise, daha çok açık tribünlerde ve kale arkalarında atar. Stadın sesini, ritmini bu tribünler belirler zaten. Futbolun gerçek sevgisi öfkesi ve sesi buradadır. Sadece başarı zamanlarında ve sadece zevk için tribünde olmayan insanların yeri burası. Ve halkın oyunudur dediğimiz futbola anlamını veren karakter, sadakat, azim bu mekandadır. Adamın hayatında, karısı çoluk çocuğu, çalıştığı fabrikadaki işi ve tuttuğu takım vardır. Güler, ağlar, takımına sahip çıkar. Stadın içinde, parası yoksa etrafında, kahvehanede, evinde. Futbol işte bu mekanlarda, daha başka anlamları da bünyesine katarak büyür. Bizim futbolumuz, Gebze’den son parasıyla trene atlayıp maç saatinde Kadıköy’ün etrafında dolanan ve stadı dinleyen tersane işçisinden başlar. Adana’nın bir köyünde her gün 3 metrekarelik odasının duvarına astığı Arda Turan posterinin karşısında dikilen ve koşup tek başına toprak sahada güneşin altında antrenman yapan çocuktan başlar.
Ama futbolu tabii ki halk değil, euro ve dolar sahipleri yönlendiriyor. Tv ve stat gelirleri, bahis piyasası, büyük sermaye, kapitalizm falan... Paranın döndürdüğü çarka şimdilik müdahale edemediğimiz için, sadece tribünler ve kahvehanelerle yönetimler ve para arasındaki çelişkiye dikkat çekip, sermaye bahsini kapatıyoruz. Kapatmasak ne olacak, işte 2010 dünya kupası, Güney Afrika saçmalığıyla başladı. AB’nin, BM’nin süslü püslü Afrika’sı. Folklordan, vuvuzeladan başka bir bok görmedik televizyonlarda. Yoksul halk ve futbol nerede? Nerede aşınarak toza dönüşen toprak sahalar ve zenci kemikleri? Para bütün yavşaklığıyla, 2016 Avrupa Şampiyonası’nı da Türkiye’ye “bir dahaki sefere koçum” diyerek Fransa’ya verdi.
Sonuç olarak; işte bir tarafta futbolu bir inanç bir siyaset bir şiir gibi yaşayan halklar varoşlar işçiler banliyöler, bir tarafta da futbolu bir gösteriden, şovdan, estetikten, hazdan ibaret yaşayan zenginler züppeler Avrupalar.
Yorumlar
Yorum Gönder