
Romanda anlattığı nefretini hakeden kişiler, karakterler seçkin sınıfta olma iddiasında, bu sebeple de puriten hayatlar süren, kendi olmayı başaramamış, toplumun kölesi olmuş zavallı, burjuva insanlardır. Atalarının kurdukları kütüphanelerle övünürler ama kütüphanelerinin kapılarını yalnızca ziyaretçilere gösteriş yapmak için açarlar. Sanattan anlamanın seçkin sınıftan olmanın bir koşulu olduğunu anladıklarından sanattan falan anlamadıkları halde anlıyormuş gibi yaparlar. Çalışmak bile onlar için sadece çalışkan görünmekle ilgilidir. Kendi başına çalışkan olmanın hiçbir anlamı yoktur. Çalışkan adam etiketini üzerlerine alarak bundan faydalanmaktır tek amaçları. Bu yüzden de kendilerini geliştiremeyen, yobaz, ama kendini bir bok sanan kibirli insanlara dönüşürler.
Dolayısıyla Bernhard'ın asıl karşı olduğu ve nefret duyduğu şey ne taşra, ne taşranın geri kalmışlığı ve yobazlığı ne de düşünsel gelişime sekte vurması değildir. Yazarın tam olarak nefret ettiği şey kendini halktan ayıran uydurma bir burjuva sınıfın insanlarının yalancılığı ve kibridir. Asıl göstermek istediği, yakıp yok etmek istediği de budur.
Romanın hiç bir satırında sıradan olanla, halktan olanla, zanaatkar ve gerçekten çalışkan olanla alay ettiğini ya da onu aşağıladığnı görmüyoruz. Tam tersine halktan olana karşı büyük bir yakınlık duyuyor Bernhard. Sıradanla bir meselesi yok, meselesi ait olduğu sınıfla yani burjuvalarla; daha doğrusu onların zalim ve yalancı olmalarıyla.
* Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk kendini Bernhard'a benzetirmiş. Kendi sınıfına duyduğu nefret ve o sınıfla hesaplaşma bakımından bir benzerlik kurulabilir aralarında; fakat Orhan Pamuk'un halka uzaklığı, halkı tanımaması ve dolayısıyla da halkla samimiyete dayalı bir ilişkisinin olmaması onu Bernhard'ın uzağına postalıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder